48. KÖYE  VEDA  (ilk  dönemeç)

 

Beklenen  gün  gelmişti.  Yarın  sabah , toplu  halde  yola  çıkacaktık.

Anamla,  epeydir  aynı  odada  yatıyorduk.  Sabaha  karşı,  uyandığımda, Onu,  baş  ucumda  gözlerinden  ipler  gibi  süzülen  yaşlarla,  bana  bakar  buldum ..  Çok  duygulanmıştım,  kucağına  atılıp, sımsıkı  sarılıp,  öpmek  istedim. Ama, böyle  şeylere  alışık  değildim.  Beni  kucağına  alıp  sevdiğine  hiç  şahit  olmamıştım. Sanki  bana   hep  büyük bir  insanmışım  gibi  davranmıştı.   Göz  yaşlarımı  içime  akıtarak,  uyuyor  numarası  yapmıştım.

Sabah,  tarhana  çorbası- boğazımdan,  sanki,  katı  bir  yiyecekmiş  gibi  geçti.  Sırtıma,  eski  bir  mintan,  yamalı  bir  pantolon,  ayağımda  çarık,  başımda  ise  eski  bir  kasket  vardı. (Sonraki  yıllarda,  bu  duygularımı,  aşağıdaki  dörtlüklerle  dile  getirecektim.)

       

  Köyden  göçtüm  şehir’ e,  bu sefer  sıla  hasreti

Çıkaramam  başımdan,  buruşuk,  eski  kasketi,

Çarığı  çıkarıp,  ibret  için,  toprağa  gömdüm.

Köyden  çıktım,  amma,   şimdi,   bir  rüya  gördüm.

 

Öksüz  ve  yoksul,  zorda  kalınca,

Çocuk  yaşta  düştüm  gurbet  yoluna,

Yaşam  savaşına,  ilk  kez  dalınca,

Tutunmak  istedim  bir  dost  koluna.”

 

Anamla  Nadire,  göz  yaşlarını  tutamamış,  ağlıyorlardı.  Emine  de  üzüntülü  görünüyordu.   Yusuf  Ağanın  yeni  karısı  da  üzüntülü  gözlerle  bana  bakıyordu.  Anamın  hazırladığı  erzak  çıkınını  belime  sardım,  tahta  merdivenlerden  inerek,  avludan  dışarıya  çıktım.

Namazdan  çıkan  köylülerin  bir  kısmı,  köy  odası  önünde  oturmuş  konuşuyorlardı.  Namaz  kılmadığı  halde,  Yusuf  Ağa  da  oradaydı.  Diğerleriyle  beraber  Onun  da  elini  öptüm.  Hâlâ

--Yusuf  Ağa!  Bu  çocuğu  bırakmayacaktın,  yazık  oldu, diyenler  vardı.  Ama  O  hiç  sesini  çıkarmıyordu.

Oradan,  aşağı  harmanlara  doğru  uzaklaşırken,  anamın  ve  diğerlerinin,  camdan  bana  baktıklarını  hissediyordum.  Dönüp  baktığımda,  hala  oradaydılar.

İkiz  eniştem  ve  diğer  gurbetçiler  harmanların  orada  toplanmışlardı.  Sabahın  erken  saati  olduğundan,  yakınlarından  başka,  fazla  uğurlayıcı  yoktu.  Şükriye  ablam  ve  çocukları  oradaydı,  Onu  görünce,  ebem  aklıma  geldi.  Nasıl  olup ta,  Onu  unutmuştum.

--Enişte !  siz  gidin,  ben  size  yetişirim,  diyerek,  eski  evimize,  ebeme  koştum. Ebem,  evin  kaşında,  iki  büklüm,  ayakta,  sokağa  bakıyordu.  Merdivenleri,  ikişer,  ikişer  çıkarak  Ona  ulaştım.  Eniştem   bu  gün  gideceğimizi  söylediği  için, O  da  beni  bekliyordu.

- Gel,  Yusuf um!  Son  defa  seni  öpeyim,  deyince birbirimize  sımsıkı  sarılıp  kucaklaştık.   Ayrılıp,  uzaklaşırken  de, “beni  unutma  Yusuf’um  “diye  sesleniyordu( nereden  bilebilirdim  ki,  bu , gerçekten,  Onu ,  Şükriye  ablam  ve  çocuklarını  son  görüşüm  olacaktı).

49..  YAYA   100  KM. 

 

Güdüle  varınca,  ufak  bir  veda  faslı  da  orada  yaşandı. Gurbetçilerden   Güdüle  kadar  eşek  sırtında  gelenler  vardı.  Eşeklerini,   diğer  köylüler  geri  götürecekti.

Artık,  yaya  olarak,  yola  koyulmaya  hazırdık.  Kimimizin  azıkları,  belinde  sarılı,  kimimizin  de  omzunda  taşıdığı   heybe  içindeydi.   Güdül’den  sonra  yol  yokuşa  vuruyordu.  Hacılar,  Sapanlar  derken,  Sivrinin  oraya  ulaşmıştık.  Burada,  kuyu  başında,  oturup  dinlendik.  Bu  sivri  tepeden,  geldiğimiz  yöne  baktığımızda,  arazi  bir  çanak  gibi  görünüyordu.  Çanağın  en  çukur  yerinde  olan  Keşenuz  görünmüyordu.  Arazinin  yapısı,  onu  görmemize  engel  oluyordu.  Buradan  uzağa  doğru,  Sapanlar,  Hacılar,  Güdül,  Kamanlar,  Karacaviran,  ve  en  nihayet,  hepsinden  yüksekte   Sorgun   dağlarının   eteğinde,  bizim  köy  görünüyordu.  O  kadar   geniş  arazi  içinde   yalnız  sorgun  dağları  yeşil  orman  olarak  kalmıştı.  Bağların  ve  tarlaların  yeşillikleri  belliydi.  Diğer  yerler  ise  bozkır  ve  boz  bir  renkle  kendini  gösteriyordu.  Bu  dinlendiğimiz  yer,  “Sivri”  adıyla  anılıyordu  ve Güdül  Ayaş  arasında  en  yüksek  geçitti.  Geceleri,  köyden  baktığımızda, tek  tük  de  olsa  buradan  Güdüle  inen  arabaların  farlarının   ışığını  görür  merak  ederdim.  İşte  şimdi,  buradan,  köye  bakıyor  ve  elveda  diye  el  sallıyordum.

Ayaş’a  varmadan,  hava  kararmaya  başladı.  Eniştem,

      --Bu  arazi,  Ilıcaya  ait,  burada  konaklayıp,  geceyi  geçirelim,  dedi.  Burada  su  bol  ve  arazi  ağaçlıktı.  Çıkınlarımızı  açıp,  hava  kararmadan  azıklarımızı  yedikten  sonra,  herkes,  uzanıp  yatacağı  bir  yer  aramaya  başlamıştı.  Hepimiz,  kırlarda,  tabiatın  kucağında  yatmaya  alışıktık.  Fakat  burasının  farklı  olduğunu,  hava  kararınca  anlayacaktık.  Etrafımızı,  sanki  bir  sivrisinek  bulutu sarmıştı.   Bizim   köyde   daha  ziyade,  kara  sinek    olurdu,  böyle sini  hiç  görmemiştik.  Herkes,  çırpına,  çırpına  bi  hal  olmuş,  netice  de  yola  devam  etmeye,  sivrisineksiz  bir  yer  bulduğumuzda,  orada  gecelemeye  karar  verilmişti.

Ertesi  günü,  güneş  doğmadan,  yola  düzüldük.  Ayaş  belini  tırmandıktan  sonra  iniş  başlamış,  ve  akşam  üstü,  Sincan’a   vasıl  olmuştuk.

 

  50. .KARA  TREN

 

Sincan,  Güdül’den  daha  büyüktü.  Daha  yüksek  binalar  vardı.  İlk  defa  tren  istasyonunu,   yük  vagonlarını  ve  rayları  görüyordum.  Köyden  buraya  kadar  100  km.  lik  mesafeyi,  yaya  yürümüştük  ama,  ümit  ve  sevinçten,  fazla  yorgunluk  hissetmiyordum.

Eniştem,  hepimizin  namına,  toptan,  tren  biletlerini  almış,  diğerleri ,  bilet  paralarını  ödemiş,  benimkini,  eniştem  üslenmişti.  Aslında,  hepsinin  cebinde  ancak    tren  biletine  ve  tren  yolculuğuna  yetecek  kadar  parası  vardı.  Bu  sebepledir  ki  100  km.  mesafeyi  yayan  yürümek  mecburiyetinde  kalınmıştı.  Halbuki   Paramız  olsaydı,  külüstür  de  olsa,  seyrekte  işlese,  Güdül’den,  Ankara’ya  yolcu  taşıyan   otobüslere  binebilirdik. Tren,  Sincan’a,  gecikmeli  olarak  gelmişti.  Hepimiz,  boş  bir  vagon  bulup  , tahta  kanepelere  oturduk,  Bu,   kömürle  işleyen,  kara  trendi.  Yolculuğumuz,  geceye  denk  gelmişti;  Uyur  ,uyanık  giderken, tren her  istasyonda  duruyordu.  Bir şeyler,  bir  yerler  görme  arzusuyla,  pencereden  dışarı  bakıyor,  fakat,  gemici  fenerleriyle  aydınlatılan,  bir  iki  istasyon  binasından  başka  bir  şey  göremiyordum.  Biletleri  kontrol  eden  adam,

“-Eskişehir,  Eskişehir’e  geliyoruz”  diye  seslenince,  gözlerimi  açtım.  Burası  daha  büyük,  ışıkları  daha  parlaktı.  İstasyonda,  bir  kaç  kişi  inmiş,  bir  kaç  kişi  de  binmişti.  Tren  tekrar,  çuf,  çuf  diyerek  giderken,  yavaş,  yavaş  diğerleri  gibi,  benim  de  uykum  gelmişti.  Gün  doğarken,  gözlerimi  açtığımda  denizi  gördüm,

--  Denizi  gördüm  enişte, !  denize  geldik,  deyince,  Eniştem  gözlerini  açıp,  şöyle  etrafına  bi  bakındı  ve

--  Bu,  deniz  değil,  Sapancı  Gölü, oğlum, dedi.  Gölü  ve  İzmit  körfezini  görünce  hayrette  kalmıştım. ( Bu  hatıra  ve  hissimi,  daha  sonraki  yıllarda,  aşağıdaki  dörtlükle  ifadeye  çalışmıştım)

 

“İlk  tren  yolculuğu,  henüz  çocuk  bendeniz;

Sapanca  Gölünü, sandım, büyük  bir  deniz,

Marmara’yı  görünce  hayrette  kaldım.

Güneş  batar  iken,  hayale, ummana daldım”)                                                                                                                                                                                                                      

 

( Zorlu Dönemeçler-1-b1-48-50 başlıklı yazı coni tarafından 1/28/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu