Beklenen gün gelmişti. Yarın sabah , toplu halde yola çıkacaktık.
Anamla, epeydir aynı odada yatıyorduk. Sabaha karşı, uyandığımda, Onu, baş ucumda gözlerinden ipler gibi süzülen yaşlarla, bana bakar buldum .. Çok duygulanmıştım, kucağına atılıp, sımsıkı sarılıp, öpmek istedim. Ama, böyle şeylere alışık değildim. Beni kucağına alıp sevdiğine hiç şahit olmamıştım. Sanki bana hep büyük bir insanmışım gibi davranmıştı. Göz yaşlarımı içime akıtarak, uyuyor numarası yapmıştım.
Sabah, tarhana çorbası- boğazımdan, sanki, katı bir yiyecekmiş gibi geçti. Sırtıma, eski bir mintan, yamalı bir pantolon, ayağımda çarık, başımda ise eski bir kasket vardı. (Sonraki yıllarda, bu duygularımı, aşağıdaki dörtlüklerle dile getirecektim.)
Köyden göçtüm şehir’ e, bu sefer sıla hasreti
Çıkaramam başımdan, buruşuk, eski kasketi,
Çarığı çıkarıp, ibret için, toprağa gömdüm.
Köyden çıktım, amma, şimdi, bir rüya gördüm.
Öksüz ve yoksul, zorda kalınca,
Çocuk yaşta düştüm gurbet yoluna,
Yaşam savaşına, ilk kez dalınca,
Tutunmak istedim bir dost koluna.”
Anamla Nadire, göz yaşlarını tutamamış, ağlıyorlardı. Emine de üzüntülü görünüyordu. Yusuf Ağanın yeni karısı da üzüntülü gözlerle bana bakıyordu. Anamın hazırladığı erzak çıkınını belime sardım, tahta merdivenlerden inerek, avludan dışarıya çıktım.
Namazdan çıkan köylülerin bir kısmı, köy odası önünde oturmuş konuşuyorlardı. Namaz kılmadığı halde, Yusuf Ağa da oradaydı. Diğerleriyle beraber Onun da elini öptüm. Hâlâ
--Yusuf Ağa! Bu çocuğu bırakmayacaktın, yazık oldu, diyenler vardı. Ama O hiç sesini çıkarmıyordu.
Oradan, aşağı harmanlara doğru uzaklaşırken, anamın ve diğerlerinin, camdan bana baktıklarını hissediyordum. Dönüp baktığımda, hala oradaydılar.
İkiz eniştem ve diğer gurbetçiler harmanların orada toplanmışlardı. Sabahın erken saati olduğundan, yakınlarından başka, fazla uğurlayıcı yoktu. Şükriye ablam ve çocukları oradaydı, Onu görünce, ebem aklıma geldi. Nasıl olup ta, Onu unutmuştum.
--Enişte ! siz gidin, ben size yetişirim, diyerek, eski evimize, ebeme koştum. Ebem, evin kaşında, iki büklüm, ayakta, sokağa bakıyordu. Merdivenleri, ikişer, ikişer çıkarak Ona ulaştım. Eniştem bu gün gideceğimizi söylediği için, O da beni bekliyordu.
- Gel, Yusuf um! Son defa seni öpeyim, deyince birbirimize sımsıkı sarılıp kucaklaştık. Ayrılıp, uzaklaşırken de, “beni unutma Yusuf’um “diye sesleniyordu( nereden bilebilirdim ki, bu , gerçekten, Onu , Şükriye ablam ve çocuklarını son görüşüm olacaktı).
Güdüle varınca, ufak bir veda faslı da orada yaşandı. Gurbetçilerden Güdüle kadar eşek sırtında gelenler vardı. Eşeklerini, diğer köylüler geri götürecekti.
Artık, yaya olarak, yola koyulmaya hazırdık. Kimimizin azıkları, belinde sarılı, kimimizin de omzunda taşıdığı heybe içindeydi. Güdül’den sonra yol yokuşa vuruyordu. Hacılar, Sapanlar derken, Sivrinin oraya ulaşmıştık. Burada, kuyu başında, oturup dinlendik. Bu sivri tepeden, geldiğimiz yöne baktığımızda, arazi bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın en çukur yerinde olan Keşenuz görünmüyordu. Arazinin yapısı, onu görmemize engel oluyordu. Buradan uzağa doğru, Sapanlar, Hacılar, Güdül, Kamanlar, Karacaviran, ve en nihayet, hepsinden yüksekte Sorgun dağlarının eteğinde, bizim köy görünüyordu. O kadar geniş arazi içinde yalnız sorgun dağları yeşil orman olarak kalmıştı. Bağların ve tarlaların yeşillikleri belliydi. Diğer yerler ise bozkır ve boz bir renkle kendini gösteriyordu. Bu dinlendiğimiz yer, “Sivri” adıyla anılıyordu ve Güdül Ayaş arasında en yüksek geçitti. Geceleri, köyden baktığımızda, tek tük de olsa buradan Güdüle inen arabaların farlarının ışığını görür merak ederdim. İşte şimdi, buradan, köye bakıyor ve elveda diye el sallıyordum.
Ayaş’a varmadan, hava kararmaya başladı. Eniştem,
--Bu arazi, Ilıcaya ait, burada konaklayıp, geceyi geçirelim, dedi. Burada su bol ve arazi ağaçlıktı. Çıkınlarımızı açıp, hava kararmadan azıklarımızı yedikten sonra, herkes, uzanıp yatacağı bir yer aramaya başlamıştı. Hepimiz, kırlarda, tabiatın kucağında yatmaya alışıktık. Fakat burasının farklı olduğunu, hava kararınca anlayacaktık. Etrafımızı, sanki bir sivrisinek bulutu sarmıştı. Bizim köyde daha ziyade, kara sinek olurdu, böyle sini hiç görmemiştik. Herkes, çırpına, çırpına bi hal olmuş, netice de yola devam etmeye, sivrisineksiz bir yer bulduğumuzda, orada gecelemeye karar verilmişti.
Ertesi günü, güneş doğmadan, yola düzüldük. Ayaş belini tırmandıktan sonra iniş başlamış, ve akşam üstü, Sincan’a vasıl olmuştuk.
Sincan, Güdül’den daha büyüktü. Daha yüksek binalar vardı. İlk defa tren istasyonunu, yük vagonlarını ve rayları görüyordum. Köyden buraya kadar 100 km. lik mesafeyi, yaya yürümüştük ama, ümit ve sevinçten, fazla yorgunluk hissetmiyordum.
Eniştem, hepimizin namına, toptan, tren biletlerini almış, diğerleri , bilet paralarını ödemiş, benimkini, eniştem üslenmişti. Aslında, hepsinin cebinde ancak tren biletine ve tren yolculuğuna yetecek kadar parası vardı. Bu sebepledir ki 100 km. mesafeyi yayan yürümek mecburiyetinde kalınmıştı. Halbuki Paramız olsaydı, külüstür de olsa, seyrekte işlese, Güdül’den, Ankara’ya yolcu taşıyan otobüslere binebilirdik. Tren, Sincan’a, gecikmeli olarak gelmişti. Hepimiz, boş bir vagon bulup , tahta kanepelere oturduk, Bu, kömürle işleyen, kara trendi. Yolculuğumuz, geceye denk gelmişti; Uyur ,uyanık giderken, tren her istasyonda duruyordu. Bir şeyler, bir yerler görme arzusuyla, pencereden dışarı bakıyor, fakat, gemici fenerleriyle aydınlatılan, bir iki istasyon binasından başka bir şey göremiyordum. Biletleri kontrol eden adam,
“-Eskişehir, Eskişehir’e geliyoruz” diye seslenince, gözlerimi açtım. Burası daha büyük, ışıkları daha parlaktı. İstasyonda, bir kaç kişi inmiş, bir kaç kişi de binmişti. Tren tekrar, çuf, çuf diyerek giderken, yavaş, yavaş diğerleri gibi, benim de uykum gelmişti. Gün doğarken, gözlerimi açtığımda denizi gördüm,
-- Denizi gördüm enişte, ! denize geldik, deyince, Eniştem gözlerini açıp, şöyle etrafına bi bakındı ve
-- Bu, deniz değil, Sapancı Gölü, oğlum, dedi. Gölü ve İzmit körfezini görünce hayrette kalmıştım. ( Bu hatıra ve hissimi, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dörtlükle ifadeye çalışmıştım)
“İlk tren yolculuğu, henüz çocuk bendeniz;
Sapanca Gölünü, sandım, büyük bir deniz,
Marmara’yı görünce hayrette kaldım.
Güneş batar iken, hayale, ummana daldım”)