Güneş ufuk çizgisinde; temmuz ayının son cumartesi günü, güne
veda etmeye hazırlanıyordu. İki balıkçı sandalı; günün yorgunluğu içinde kıyıya
dönmeye çalışıyordu. Altın sarısı rengindeki ışık huzmeleri arasında martılar
günün son uçuşlarını yapıyorlardı.
Vedia hanım, evinin balkonundan sahilde
ki yüzmekte olanları seyrediyordu. Üzerinde tarifi yapılamamış bir yorgunluk
hissediyordu. Kalabalıklar arasında tamamen yalnızdı. Sahipsizdi. Korumasızdı.
Yüreğinde her günkünden daha farklı bir
şeyler olduğunu hissediyor, bir anlam da veremiyordu. Evliydi ama hem yalınız
hem de mutsuzdu. Yaşadıkları kaderi miydi? Kaderse bu kader, ne kadar
sürecekti? Daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacaktı?
Çocukluğundan beri umudun yokluğunu yaşıyordu. Yüreğinde taşıdığı
umutlar bitmek üzereydi. Bilmiyordu. Bilemiyordu artık. Ne, nasıl olacak! Diye arada
bir öylesine teselli verecek, umutlarını tazeleyecek insanın bir sevdiği, bir
dostunun olmayışı ne kadar da acıydı.
“Dünyanın en fakiri parası dışında hiç bir şeyi olmayandır” derler,
ne kadar da doğruymuş meğer. Akşam olacaktı ama canının sıkkınlığından yemek
bile hazırlamak içinden gelmiyordu.
Kocası yanlarında yoktu. Tek
başına iki çocuğun terbiyesine yetişemiyordu. Oğlunu rahat okuması için yurda
vermiş, sonra da yaz kapına gitmişti.
Yanında tamamen
yalnızlığını unutturacak Hollanda hatırası sarı saçlı bir kanaryası vardı. O da olmasaydı hayatın ve yaşamanın hiçbir anlam ve ifadesi
olmayacaktı. Kalkıp mutfağa gitmek üzereyken telefon çaldı. Arayacak birini de beklemiyordu aslında.
Merakla ahizeyi kaldırdı. “Alo buyurun!” dedi. Telefondaki “Ben”
kelimesinin ardından ismini söylemeden sesin sahibini tanımıştı.
Kanı hızlanmış, kalp atışları birden bire elinde olmadan artmıştı.
Duygularını bastırmaya çalıştı.
Yüreğinde belirleyemediği yoğunlaşmanın karşılığını şimdi daha iyi
anlıyordu. Yıllardır bir araya gelip dertleşmeye o kadar ihtiyacı vardı ki,
Hayati Bey’in eşinden çekindiğinden bu düşüncelerini Hayati Bey’e söyleme
cesaretini kendinde bulamamıştı.
Onun konuşmaları karşısında rahatlıyordu. Duyguları duruluyordu.
Fırtınadan sonra sakinliğe eren denizlerin sükûnu kadar.
“Nasılsınız Hayati Bey?”
“Teşekkür ederim.”
“Sesiniz çok yakında gibi...”
“Seslensem duya bilirsin. Evet.
Size çok yakındayım.”
“Ne geziyorsun buralarda...”
“Öylesine bir hafta sonu kaçamağı sayabilirsin.”
“Peki! Misafirim olmaz
mısın?”
“Bir şartla, misafiriniz olurum.
Önce sizi bir yemeğe götürmek istiyorum.”
“Zahmet etmesen olmaz mı?”
“Asla mazeret kabul etmiyorum.”
Genç kadının içi içine sığmaz olmuştu. Çok uzun zaman olmuştu. Kocası ile uzun
yıllar maziye dayanan dostlukları vardı. Kocasının yaptıkları için kendi
utanıyordu. Kavgalı değillerdi. Eften püften sebepler bardağı taşırmıştı. Hiç
aramamıştı. Birkaç defa aramış ise de; hep eşi ile görüşmüştü.
Hayati Bey, yıllar öncesinde Akdeniz’e nazır şirin bir beldede
simetrik sırt sırta, bahçeli iki ev yapmış ve orada uzun sürmeyen ama çok tatlı
komşulukları olmuştu.
Hayati Bey’in eşi; Nevin hanımın mutluluğunu bile zaman zaman
kıskandığı olmuştu. Ona inanıyordu. İyiliksever ve güvenilir biriydi. Cana
yakın, olgun, hoş sohbet, duygulu ve hassas bir insandı. Yalnızlığını pekâlâ
paylaşabilirdi. Bir an şaşırdı. Ne
yapacağına karar veremedi.
“Sizi bir akşam yemeğine
götürmek istiyorum” demişti ya!
Vedia hanımın kocası yurt dışında çalışıyordu. Beyinin ailesinden
de tamamen uzaktaydı. Çevrede pek tanıyanı da yoktu. Kendi öz ailesi ise
çocukluğunda dağılmıştı. Kocası, yılda bir defa olsa bile eve gelmiyordu. Ev
almıştı. Evi dayamış, döşemişti. Geçimliklerini de şöyle veya böyle
gönderiyordu.
Yeter miydi? Yetmiyordu. Kocalık vazifesini bile yerine
getirmiyordu.
En güzel elbisesini giydi. Kocasına karşı bu kadar özen
gösterememişti. Kocası geleceğini asla önceden haber vermezdi. Hep aniden
gelirdi. En güzel elbiselerini giyse ne fark ederdi ki evlendi evleneli gün mü
göstermişti. Hayatı heba olup gitmişti.
Sıkıntı, çile ve yalnızlık hayatının en vazgeçilmezleriydi.
Hayati Bey, akşamın ilk alaca karanlığında bir buket çiçekle
merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapının zilini çaldı. Bekletilmeden kapı açıldı.
Koşarak, kapıyı açan sarı kanarya olmuştu. Anne! bir amca” dedi.
Vedia hanım, hazırdı. Kapıya geldi.
Uzun etekli, üzerine gülkurusu renginde saten bir elbise vardı.
Elbisenin üzerinde saçılmış parlak renkli ve sanki canlı mor menekşeler vardı.
Yüreğinin derinliklerinden gelen ve pembe dudaklarında gülümseyerek
tebessüme dönüşen “Hoş geldiniz.” Sözleri; billur bir suyun sesini andırıyordu.
Uzatılan çiçekleri aldı. “Zahmet ettiniz. Teşekkür ederim. Bunları
solmaması için kalbimin en nadide köşesinde saklayacağım.”
“Bu kadar
büyütmemelisiniz,” dedi Hayati Bey.
“Özür dilerim. Kapıda
kaldınız. İçeri buyurun.”
“Hayır, Hazırsanız
çıkalım.”
…