Pamuksu saçları, zayıf suratı ve küçülen bedeniyle zorda olsa Alışveriş Merkezi’nin en alt katına yürüyen merdivenle inen yaşlı kadının yanında tanıdık kimsesi yoktu. Arkasındaki genç kız, tedirgin ve bir gözü de yaşlı kadındaydı. İçinden “onun kolundan ben tutacağım” diyordu. Öyle de yaptı. Kadın cılız ayaklarını Alışveriş Merkezi’nin parlak ve kırçıllı karo taşlarına bıraktığında yanı başındaki kalabalığa meraklanmıştı.

            Sürüyen ayaklarını kalabalığa yönlendirdi. Gençlerin uzun boylu bedenleri arasında kaybolmuştu. Önündeki kıvırcık saçlı gence “ Burada neler oluyor, bana da anlatır mısın evladım?” dediğinde genç, önündeki arkadaşlarını ellerini kullanarak kenara çekip kadına yol verdiğinde, yaşlı kadın gözlerine inanamadı. Birbirinden ilginç eski radyolarla baş başaydı.

            Kadın kalabalığı yarıp heyecanla eski radyoların bulunduğu serginin ortasına geldiğinde 1950 yapımı koyu kahverengi ahşap ‘Saba’ marka radyonun başında uzun süre durdu. Tıpkı vitrinlerdeki cansız mankenler gibi donuktu. Serginin sahibi yaşlı kadını gördüğünde onun rahatsız olduğunu düşünüp sordu:

            “Teyzem inşallah bir şeyiniz yoktur…”

            “Yok, evladım yok… Ben nerelere gittim biliyor musun? Bunca eski radyoların sahibi siz misiniz?”

            “Evet”

            “Peki, nasıl biriktirdin?”

            “ Anacığım ben Bursa’da uzun yıllar radyo tamirciliği yaptım. Nesim ustam o dönemin en iyi ustalarındandı. Tamire bırakılan radyoları geri alınmayanları evinin çatısında biriktirmiş. Tıpkı Sibel Can’ın seslendirdiği “Lale Devri”  şarkısındaki eski radyolar gibi. Ustam ölünce oğlundan radyoları tamir etmek üzere istediğimde sağ olsun hepsini bana verdi.”  Kadın iç çekerek konuşmasına devam etti.

            “Adın neydi senin evladım?”

            “Ahmet teyzeciğim”

            “Bak Ahmet evladım şu karşıda gördüğün dolap görünümlü değerli radyo var ya…” dediğinde Serginin sahibi “1933 yılı Amerikan yapımı bir radyo, çok değerli bir radyo...” diye ilave ettiğinde, yaşlı kadın: “Sene 1950 yıllarıydı. İnönü hükümeti Menderese bıraktığı yıllardı. İşte bu radyodan Menderesin tiz sesiyle konuşmalarını ve 1960 yıllarında da rahmetlinin mahkeme sürecini dinlemiştim.  Nasıl dinledim biliyor musun? O yıllarda büyük annem vefat etmişti. Mal paylaşımında amcam köyden bir tarla aldığında,  babam da bu radyonun aynısını ve bir de gramofonu tercih etmişti. Mirasımız yalnızca işte bu radyoydu. O zamanlar kendimizi amcamızdan çok şanslı hissetmiştik. Bu radyo beni işte o güzel yıllarıma götürdü.” Dediğinde serginin sahibi yaşlı kadının yanından uzaklaşıp genç kızın istediği plağı sandığın içinden seçiyordu. Kadının yanına elinde cep telefonu ile radyoları görüntüleyen genç bir adam yaklaştı. Kadına, “merhaba teyzem” dediğinde kadın kulağının ağır işitmesiyle öylece radyonun karşısında dalgındı. Genç adam da ‘kadına bir şey mi oldu’ diye tedirgindi. Radyolardan daha çok kadına bakıyordu. Eliyle kadının omzuna dokunduğunda yaşlı kadın yavaşça kafasını çevirdi. Feri sönmüş gözlerinin arasından süzülen belli belirsiz gözyaşları kuruyan bedeninin büzüşen mor damarları arasında yine de yol buluyordu. Yaşlı kadın gözyaşlarını çantasından çıkardığı beyaz mendiline silip, adama:

            “Ah siz bilmezsiniz, şu gördüğün radyonun başında ne şarkılar dinledim. Babamda o yıllarda müzikle uğraşırdı. Allah var udu konuştururdu.  Annemin sesi de çok güzeldi. İşte bu radyoda Minur Nurettin Selçuk’un… Sahi siz bilir misiniz bu değerli sanatçıyı? Adam durdu, düşündü… “Yıllar önce TRT’nin bir kanalında dinlemiştim. Çok tiz ve yanık bir sesi vardı. Sanırım eski plaklar o dönemlerde bu tiz sesi veriyormuş” dediğinde, kadın kaşlarını çatıp sinirlice çıkıştı. “Orada bir dakika dur bakalım! Minur Nurettin Selçuk’un sesiyle yarışacak o dönemde pek sanatçı yoktu. Hele onun bir şarkısı vardı. Hay Allah, adını şimdi anımsayamadım. Yaşlılık hafızayı alıp götürüyor.” diyerek birkaç dakika düşündükten sonra “Ha şimdi hatırladım! ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayız’ şarkısını bir seslendirirdi. Âşık olmayan insanı âşık ederdi. Nasıldı… Hah hatırladım.” Dediğinde adam eski radyolardan ziyade gözünü kadına çevirmişti. Kadın tiz sesiyle;          “…Ahhh… Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç/ Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç…” diye mırıldandığında,  Adam ; “Teyzem bende eskilerden en çok Müzeyyen Senar’ı çok severim. Şimdilerde onun ekolünü de Bülent Ersoy devam ettiriyor.” Dediğinde kadın “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım/ Bakışından süzülen işvene kurban olayım…” diye şarkıyı belli belirsiz seslendirdiğinde, iç geçirip diğer radyolara göz atmaya devam etti.

            Kadın yanına gelen genç kıza; “Sen Orhan Boran’ı” bilir misin?” dediğinde, genç kız: “Yok teyzeciğim ben Orhan Gencebay’ı biliyorum. O da şimdi Televizyonda müzik yarışmasında jüri üyeliği yapıyor. Birkaç kez parçalarını dinledim. Sesi güzel ve duyguluydu. Teyzeciğim, sizin zamanınızda aşkın güzel olduğunu söylüyorlar doğru mu? Biraz anlatır mısın?” dediğinde kadın buruşuk yüzündeki dudaklarını gererek gülümsedi. Gülümsemesiyle gözleri ışıldadı. “… Ahhh! Kızım, bizim dönemin delikanlılarında cesaret nerdeeee!  Birçoğu utangaç ve kibardı… Genç kızları uzaktan severlerdi. Hem onlar bize hiçbir zaman ‘sen’ demezdi ki. Hep ‘siz’ diye hitap ederdi. Sevgilide olsanız, uzaktan sevmek ve sevilmek aşkların en güzeliydi. Ah o çeşme başları, su testisini doldurmak için saatlerce beklettiğimiz, eve geç kalınca da büyüklerimizden azar işittiğimiz yıllar, ne de güzeldi. O delikanlıların bakışları ve gözlerinin derinliklerinde sevgi ve sevecenlikle koruma içgüdüsü vardı.” Kız duraksadı. Kendi aşklarını yargıladı. Erkeklerin bir konuşmayla ve bilgisayar ardında hemen cinselliğe yönelmelerine takıldı. Düşündü, yargıladı ve sonunda kızdı… “Hımmm..!” diyerek adımlarını başka radyoların yanında buldu.  Yaşlı kadın,  genç kıza Orhan Boran’ı anlatamamıştı ama yanına yaklaşan genç delikanlıya anlatmayı istedi. Radyoları inceleyen delikanlıya:

            “Evladım sen bilir misin Orhan Boran’ı?”

            “Teyzeciğim bir ara bir belgeselde izlemiştim. Türkiye’nin ünlü radyocularındanmış.” Kadın:

            “İşte bilen bir genç çıktı. Aferin sana. Her şeyi unuturum ama Orhan Boran’ın 1959 yılının Nisan ayının bir pazar sabahı dinleyicilerine “Yuki” lakabıyla şirin bir o kadar da garip sesli bir hayali yaratığı bize tanıttığını hiç unutmam.  Meğerim o ilginç ses hızla dönen bir bant kaydından geliyormuş. Zira sesi ne çocuk sesi ne de yetişkin insan sesine benziyordu. Bununla bizi öylesine eğlendirirdi ki, herkesi gülmekten kırar geçirirdi.” Delikanlı:

            “Teyze bir de Halit Kıvanç diye ünlü bir maç spikeri varmış! Dedem anlatırdı onun nasıl usta bir spiker olduğunu. Tatlı ve yumuşak sesiyle maçı, adeta radyonun içinde yaşatırmış, öyle mi?”

            “Evet evladım. Babam onu son dönemlerinde çok dinledi.  Hele dünya kupalarını bir anlatışı vardı, babacığım heyecandan hop oturup hop kalkardı. İnanın Dünya Kupalarında Brezilya’yı İtalya’yı, Uruguay ve kupaların yapıldığı birçok ülkeyi Türkiye’ye getirirdi. O sıralar Pele diye Brezilyalı bir futbolcu vardı. Babam onun nasıl kıvrak bir oyuncu olduğunu söylediğinde ben maçtan anlamadığım halde yine de konuşmalarına ortak olurdum. Anlayacağınız  erkek kardeşim olmadığı için bu görevi ben yapardım. Rahmetli babacığım ile birlikte özellikle Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını hiç kaçırmazdık.  O zamanlar iki takım oyuncuları ve taraftarları birbirlerine rakip de olsalar,  temelinde dostluk vardı. Şimdiler gibi bir birine düşman gözüyle bakmazlardı. Her iki takımın oyuncuları maçtan sonra birlikte yemek yemeğe ve eğlenmeye gittiklerini,  babam söylerdi. Babam da hani sıkı Galatasaraylıydı… Her Cumartesi veya Pazar günü işte şu gördüğün radyomuzun başından ayrılmazdı. Rahmetli babacığımın özel bir köşesi vardı. Kuşlarına yem verdiği ve o zamanlar Vita yağının tenekelerine diktiğimiz birbirinden güzel çiçeklerimizin bulunduğu penceremizin önünde oturur, beyaz atleti arasından fışkıran pamuksu kıllarıyla divana uzanıp Halit Kıvanç’ın sesinden maçları dinlerdi. Hele Galatasaray gol attığında divandan bir fırlayışı vardı, babama bir şey olacak diye çok korkardık!  Ahhh! Güzel günlerdi be evladım,  güzel günlerdi…” diyerek yanına baktığında genç delikanlıda uzaklaşmıştı.

            Kadın radyoların üzerindeki tanıtım yazılarını pek seçemiyordu. Çantasından gözlüğünü çıkarıp baktığında birçoğunun üzerinde “ 1930 Grundig Alman Yapımı” “1940 İtalyan Yapımı” , “ 1958 yılı yapımı Philips marka” yazıları çoğunluktaydı. 1957 Yılı yapımı Alman marka uzun ve ışıklı radyo hala çalışıyordu. Onun önünde durdu. Yanında dikilen genç kadına; “İşte bu da halamların radyosuydu. Bu Radyo’da 1960 darbesini dinlemiştik. O sıralar Ankara radyosu darbecilerce birkaç kez el değiştirmişti. Menderes’in asılmasını da o dönemlerde ‘ajans’ dediğimiz haberlerden dinlemiştik. Halamlara gittiğimde en hoşuma gidende rahmetli halacığım ile Radyo Tiyatrosu’nu dinlemekti. Aman Allah’ım o efektler tıpkı canlı gibiydi. Kapı çarpmaları, silah sesleri, sanki gerçekti. O dönemlerde elektriklerimiz de sık-sık kesilirdi. Tiyatronun öyle güzel yerinde kesilirdi ki, halamla sinir olurduk. Lüks lambasını yakıp tiyatro oyunu hakkında bir güzel yorum yapardık.  Allah’tan ertesi günü özeti olurdu da konuyu kavrardık.”  Genç kadın ilgiyle dinliyordu. Yaşlı kadın:

            “ Kızım Türkiye Radyolarının ilk spikerinin Tamburi Cemal Beyin oğlu Mesut Cemil olduğunu biliyor muydun? İlk radyo yayını da Eşref Şefik’in “..Alo Alo Muhterem dinleyiciler, burası İstanbul telsiz telefonu…” anonsuyla 6 Mayıs 1927 yılında Sirkeci Büyük Postanede başlamıştı. Bu yıllarda henüz kimse de radyo bulunmuyordu.” Dediğinde genç kadın elindeki cep telefonu ile eski ve anılarla yüklü radyoları görüntülerken, bir taraftan da yaşlı kadını dinliyordu. Yaşlı kadın: “Evladım eskiden radyolar için postaneye bandrol ücretini yatırırdık. O yıllarda ücreti de o günkü paraya göre yüklüydü. Bazı aileler bu ücreti ödeyemezdi. Bandrolünü ödeyemeyenlerin radyolarının ne yapıldığını biliyor muydun?” dediğinde genç kadın “nerden bileyim” anlamında dudaklarını büktüğünde yaşlı kadın; “O yıllarda bandrolünü ödeyemeyenlerin radyoları ellerinden alınıp, PTT’ce mühürlenirdi.  Sahibi eğer parayı bulup öderse,  radyosu geri verilirdi.”  Yaşlı kadın ses kaydı yapan sarmalı teybin yanında durdu. Babasını tekrar anımsadı. Yaz günü bahçede kurulan sofrada dayılarının kadeh kaldırmaları arasında babasının “Yeşil Ördek Gibi…” adlı şarkısını söylemesi, kulaklarını tırmaladı… İç geçirerek gülümsedi… Gözlerinin fersizliği ile tüm radyo ve pikapları tekrar süzdü… Adımlarını sergiden yavaşça uzaklaştırdığında derinlerden gelen eski radyodaki Sevim Tuna’nın “Ağla gözlerim, ağla” yanık şarkısı da kulaklarında gittikçe sonsuzlaşırken, Amerikan yapımı eski radyodan spikeri de;  “Şu anda Mısır’da Ordu yönetime el koydu…” diyordu…

Ertuğrul Erdoğan

Ağustos 2013/Bursa

www.erdoganlaedebiyat.com


            

( Eski Radyolar başlıklı yazı ErtğrulErdoğan tarafından 16.08.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu