Sınıfta örgütlendiler, topu topu on kişiydiler. Kaçmaya karar verdikleri matematik dersi de, zaten öğlene yaklaşan son dersleriydi. Gidecekleri yerde öyle uzak değildi, ortaokulun birkaç yüz metre ilerisindeki çamlık alanıydı. Burası Ankara’nın Cebeci semtinin yüksek yerindeydi. Çam ağaçlarının arasına gelen ailelerin de piknik alanıydı. Havuzumsu denen yerde ise pek su yoktu. Varsa da dibinde bir ayak mesafesi kadardı.
Hava
güneşliydi, kaçan öğrenciler havuzun kenarına yakın boş alana gelmişlerdi.
Hepside matematik dersinden kurtulmanın rahatlığıyla çarçabuk soyunarak
üzerlerine birinci ligin siyah, kırmızı ve lacivertli renkli formalarını giydiler.
Her biri futbolcu edasıyla önceden kurulu taşların olduğu kalenin içindeki
alana ısınma hareketleri yaparak doluştular. İçlerinde en iyi oynayan Erhan’la,
Yılmaz iki takım kurup, seçtikleri
arkadaşlarıyla başlama düzenine geçmişlerdi. Erhan Brezilya milli takımından
seyrettiği Pele’nin hayranıydı. Oynadığı oyunlarda çalım atmadan duramazdı,
ayağına yapıştırdığı topu almak, hiç de kolay değildi. Çoğu kez kaleciden aldığı topla geçemeyeceği
arkadaşı yoktu… Maçları başladığında yine öyle yaptı, topu kalecilerinden aldı,
rakiplerine birinci çalım, ikinci çalım, üçüncü çalım derken artık tam gol
atmak üzereyken Erhan yerde, top ise başka yerdeydi. Erhan, olduğu yerden
kalkamıyordu. Çevresini kapatan arkadaşları arasında yüzünü ekşiterek gökyüzünü
göremeden kıvranıyordu. Acısının geçmesini bekleyen arkadaşları yanılmıştı. İki
arkadaşı yerde yatan Erhan’ı zor da olsa kaldırmışlardı. Forması ıslaktı, arkadaşı Kemal;
“Ağrın
geçti mi?” dediğinde, aldığı yanıtta yine acı vardı. İki arkadaşının arasında evlerine
geldiğinde, annesine değil ama futbol oynamasına kızan ve dört topunu
patlatarak izin vermeyen babasına ne diyeceğini bilemiyordu. Arkadaşı kapının
ziline dokunduğunda karşılarına çıkan Annesi heyecanla gözlerini açıp, elini
ağzına götürerek;
“Oğlum
ne bu halin? Ne oldu sana! “ diyerek bağırdığında oğlunu arkadaşları arasından içeri
aldı. Erhan’ın acısı kanepenin üzerinde korkuyla
birlikte devam ettiğinde annesi tekrar sordu;
“Oğlum
yine futbol değil mi?”
“Yok,
anne, arkadaşlarla beden eğitimi dersinde okulun tuğlasını taşıyorduk ki, birkaç tuğla omzuma düştü. Çok ağrıyor! ”
yalanı ile kandıracağını zannetti ama annesi bu basit yalanı yutmamıştı. Yutmuş
gibi görünse de sakinliğini korumaya çalıştı. Oğlunun üstündeki ıslanmış
formayı çıkarmaya başladığında oğlunun acısı gittikçe katlanıyordu. Annesi;
“Oğlum
sakın kolun kırılmasın! “ dediğinde Erhan, yüzündeki acıyla ne söyleyeceğini bilemedi.
Onun tek düşüncesi babasından yiyeceği fırçaydı… Annesi acı çeken oğlunun
haline fazla dayanamadı. Bir kat altta tek başına oturan komşuları yaşlı
Çorumlu teyzeye gidip yardım istedi. Çorumlu teyzenin önerdiği çıkıkçıya
birlikte gittiler. İçeriye girdiklerinde kalabalıktı. Odanın pis kokusu neredeyse
boş mideleri alt üst edecekti. Kayserili
çıkıkçı kadın mavi gözleri, parlak yüzüyle iri yapılıydı. Erhan’ı sandalyeye
oturtup sağına soluna dokunmaya başladığında, omzunda çatlak olduğuna karar
verdi. Yardımcısından malzemeleri hazırlamasını söyledi. Uzunca bezin arasına konulan ikinci bezin
üstünde sabun rendesi ile yumurta akını döküp, karıştırdı. Malzemenin olduğu
bölümü itinayla hastasının çatlak bölgesine koyup, bezin devamını da koltuk altından
dolandırarak sıkıca sardı. Erhan’ın iki
kolu da havada heykel gibi öylece kalakalmıştı. Çıkıkçı; “On beş gün sonra
tekrar geleceksiniz” diyerek eve gelindiğinde babası da televizyonun
karşısındaydı. Annesi babasını bir köşeye çekip durumu izah ettiğinde, babası ilk
kez kızmamıştı.
On
beş gün Erhan için zor geçmişti. Okul ve derslerinden uzak da olsa, arkadaşlarının
getirdiği notlara bakarak sınavlarına hazırlanıyordu. Çıkıkçı on beş gün sonra sargıları açtığında
kuruyan malzemeler etrafa pis koku salmıştı. Erhan kollarını indirmeye çalışsa
da zorlandı, bir iki alıştırmayla kollarını eski haline getirmeye çalıştı ancak
zorlandı, yine ağrısı vardı. Çıkıkçı kadın;
“Ağrın
var mı?” dediğinde, Erhan yüzü buruşuk kafasını salladığında çıkıkçı kadın
annesine dönerek; “Ben elimden geleni yaptım, siz yarın bir doktora götürseniz
iyi olur” diyerek verilen parayı göğsünün arasına sıkıştırdı.
Erhan
hastanenin zemin katındaki dolambaçlı sakin bir o kadar da ürperten koridorlarında
ilerlediğinde insanlar çevresinde gittikçe azalıyordu. Kalorifer borularının
uzunluğu ve tavanın basıklığıyla birlikte, havalandırma cihazlarının gürültüsü
arasında “Çamaşırhane” ve “Morg” yazan yön tabelalarına baktığında, dayısının mekânına
yaklaştığını anladı. Bir kıvrım daha döndüğünde “Morg” yazısı yalnız kalmıştı. Biraz
sonra göreceği dayısının hastanedeki lakabı “Kasap Sadık”tı. Dayısı kalın
kaşlı, güzel gözleri önlerden açık ve arkaya doğru kıvırcıklaşan saçıyla kısa
boylu da olsa yakışıklıydı. Morgda göreve başladığı il günlerde ortamdan çok ürkmüştü.
Yıllar geçtiğinde ölülerden zarar gelmeyeceğini anlayarak onlarla yaşamayı
kabullense de içkiyle gördüklerini unutmaya çalıştı. Oturduğu semtte Ankara’nın
Kaleiçi mahallesiydi.. Buraya gecekonduların yoğun olduğu Altındağ’da derlerdi.
Ankara’ya ilk geldiğinde en yüksek yeri seçmişti. Balkonuna oturulduğunda kuş
bakışı Ankara’nın dört bir tarafı uçaktan bakarcasına ayaklar altındaydı.
Balkonunda hiç eksik etmediği rakısını, keyiften mi, yoksa bir şeyleri unutmak
için mi içer, o zamanlar pek belli etmezdi. Hele bir keresinde içtiği on şişe şaraptan
sonra baygın halde ayağına iğne batırsalar da bana mısın demeden balkonda
öylece sızdığını kendisine söylendiğinde bir türlü inanmamıştı. Eskimiş
kahverengi deriden çantasının içindeki iğne kutusuyla komşularına iğne yapmaya
giderek üç beş kuruş kazanmanın yolunu bulurdu. Erhan, dayısının yanına zaman
zaman gelse de, çoğu kez koridordan seslenir
ve onunla birlikte ölülerin bulunduğu odaya ellerini at gözlüğü gibi kapatarak
bakmadan geçmek istese de meraktan yinede buz gibi odasının serinliğinde krom
çelik masa üstünde yatan ölülerin kesilmiş kanlı bedenlerine bakmadan
yapamazdı. Yine öyle yaptı… Morgun kapısına yaklaştı. Dayısına seslendi…
İçeriye birlikte geçtiler. Dayısı;
“Hayırdır”
dediğinde, Erhan omzunu göstererek, top oynarken düşürüldüğünü ve omzunun on
beş gün sarılı olduğunu, açıldığında da ağrısının devam ettiğini söyledi.
Dayısı ortopedi bölümünü arayarak doktor arkadaşlarına geleceğini söyledi… Bu
arada Erhan’ın gözü büronun ardındaki cam kavanozlara takıldı.
“Dayı
bunlar ne?” dediğinde, dayısı kolundan hafifçe tutarak yan odaya götürdü. Odanın
içinde kavanoz içinde ölen ve hastalardan alınan organlar vardı. Dayısı
kavanozlardan iri olanını tezgâhın üstüne koydu. Gösterdiği ciğer simsiyah ve
çürüktü. Dikkatli baktığımı fark
ettiğinde, “Sigara içiyor musun?” sorusuna “Allah korusun dayı, ben sporcu
olacağım, öyle şey olur mu?” diye yanıt verdiğimde, “Hani içeyim dersen, ciğerin
bu şekilde simsiyah olur, anlayacağın kanserli ciğer.” Dediğinde Erhan’ın içi
bir tuhaf oldu. Biraz ilerlediğinde, derste öğrendiği ancak göremediği organları
kavanoz içinde tek tek görebiliyordu. Bir taraftan gözü kavanoz içindeki
organları merakla incelerken, bir gözü de yan odanın soğukluğun ardındaki
bilinmezliğe takılıyordu. Gözlerini kaçırsa da, içindeki ses; “Bak işte ne
olacak, bir gün sende öyle olmayacak mısın?” diyordu. Merakını yenip, bu kez
eliyle gözlerini kapatmadan baktığında, kafası kesilen adamın dağılan yüzü krom
çelik ölü yıkama tezgâhında boylu boyuna uzatılmıştı. Başucunda yıkama ve kesici aletler sanki
görevini yeni bitirmişti. Dayısı, “Baktığın bu tezgâhtan kimler geldi kimler
geçti, Ahmet Tarık Tekçe’yi bilir misin?” Dediğinde, “Hayır” yanıtına; “İşte şu
gördüğün tezgâhın üstünde 300 filmde oynamış, parti başkanına yazdığı bir yazı
yüzünden bir yıl hapis yatmış bizim dönemin ünlü tiyatro ve sinema oyuncusuydu.
1964 yılında en korktuğu trafik kazasında hayatını kaybedince onun otopsisine
yardım etmek bana da nasip oldu.” Diyordu.
Uzaktan
ince sesler gelmeye başladığında Erhan’ın içinde bir korku belirdi. Yoksa
gaipten gelen sesler mi işitiyordu. Sessizliği bozmak için dayısına ilginç
gördüğü kavanoz içindekinin ne olduğunu sordu. “Cenin” yanıtını aldığında, Erhan
cenin’in ne olduğunu bilmiyordu. “Sahi
dayı, o küçük yaratık da ne?” diye sorusunu tekrarladığında ona bir doktor
edasıyla; “Anne karnında oluşan küçük bebeğin oluşumu” yanıtına Erhan şaşırmıştı,
bir bebeği gözünde büyüttüğünden küçük bir bedenin bu kavanoza nasıl sığdığına
şaşırdı. Uzaktan işittiği adımlarda
gittikçe yaklaşıyordu. Yaklaştıkça da ürperti odaya hâkim oluyordu. Ölülerin
sessizliğini bir Erhan, bir de dayısının konuşmaları bozuyordu. Diğer sesler de
“nedir?” diye düşünmeye başladığında kapıda
beliren beyaz önlüklü yaşlı, kalın çerçeveli gözlüklü adamın ani girişi Erhan’ın
kalbini yerinden fırlatacaktı. Yeğeninin renginin attığını gören dayısı;
“Korkma, o hastanemizin profesörü” dediğinde, rahatlamıştı. Ardından gelenler ise talebeleriydi.
Dayısı merakını gidermek için; “İnşallah senide bir gün böyle önlüklü görürüm.”
Dediğinde, öğrenciler profesörün etrafında anlatılanları dikkatlice dinliyor ve
notlarını alıyorlardı. İşte o zaman
dayısına neden “Kasap Sadık” dediklerini daha iyi anlıyordu…
Ertuğrul Erdoğan
Ocak 2012/Bursa