Yorganı kafasına kadar geçirse de sokakta yürüyen atın nal sesi Müge’nin içini gıcıklatıyordu… “Ya sabır!” diyerek yatağının içinde iyice büzüştü… “ Çongara Fasulye!” diye atın kayışını tutarak bağıran yaşlı adamın tok sesi mahalleden uzaklaştığında Müge’nin keyfine diyecek yoktu. Sizlere Müge’den bahsedeyim. Kahramanımız çok sevdiği nişanlısından bir kapris uğruna, yirmi yaşlarında ayrıldı. Öyle uzun boylu da değil, bildiğiniz tam Türk boyunda bir kızdı… Kız dediysem aklınıza okul çağındaki liseli kızlar gelmesin, yaşı geçkindi. Kırk üçünden yeni gün almıştı. Mahalleleri de Bursa’nın eskilerindendi. Dar sokaklarında iki araç zor geçer, çoğu zamanda araç aynalarının birbirine sürtmesinden şoförlerin ağız dalaşı eksik olmaz, bağırışları ise evlerinin içinde yankılanırdı.
Müge’nin oturduğu ev mahallenin köşe başında, gelip geçenin görüldüğü, genç delikanlıların akşamları elektrik direğinin altında toplanıp; oyun oynadıkları, şakalaştıkları, fıkralardan kahkahalarıyla mahalleyi inlettikleri, yani anlayacağınız curcunalı bir mahallenin başlangıcıydı. Oturdukları ev iki katlıydı. Kiremit rengine çalan renklerin arasına serpiştirilmiş beyaz renkli desenler hoş görünüyordu. Evin arka tarafı bahçeydi. Elma ağacından tutunda; kiraz ağacına kadar her türlü meyve mahalle çocuklarının gizlice dadandığı mekândı. Bir keresinde ağaçtan kirazları aceleyle koparan kilolu çocuk, Ömer amcanın sesini duyduğunda az kalsın Müge’nin üstüne düşüyordu ki bereket versin annesinin çağırması hayatını kurtarmıştı. Hele geceleri sarı ampul üzerinde uçuşan böceklere rağmen açık havada yenen yemeğin lezzetine doyum olmazdı… Sohbetler sabaha kadar sürdüğünde, Müge işine çoğu kez uykusuz gittiği olurdu. İşten bahsettiğimde kahramanımızın nerede çalıştığını merak ettiniz değil mi? Söyleyeyim, Müge devletin memuruydu. İş yeri de evlerine çok yakındı. Ne otobüs ne de dolmuşa binerdi. Akşam işten çıksa, on dakika da evindeydi. Artık çalışma hayatının da son yıllarıydı. Onun sanırım fiziğini de merak ettiniz, hemen aktarayım; Kahverengi düz saçları küçük gözleriyle aynı renkte, yüzünde ise sivilce namına hiçbir şey yoktu. Yani pırıl pırıl bir cildi vardı. Nişanlısından ayrıldığından beri nedense makyaj yapmaya da pek sıcak bakmazdı. Yalnızca özel gün veya bayramlarda yeşil kalemi gözlerinin üstüne, uçuk kırmızı renkli dudak boyasını da dudak izlerini taşırmadan belli belirsiz sürerdi. Evet, kendisini azçok tanıdınız, şimdi sıra geldi ailesini tanımaya; Babası Ömer amca Bursa’nın yerlilerindendi. Zücaciye dükkânlarını kapatmadan önce kazandıklarıyla aldığı ve şimdiki oturdukları evin alt katın kirası ve emekli aylığıyla geçimini sağlıyordu. Müge’nin aldığı maaşta fena değildi. Babaları, mahallenin titiz ve temiz kalpli olduğu kadar, sinirli amcasıydı. Çoğu zaman gözü gibi baktığı meyve ağaçlarının etrafında arkasına sakladığı sopasıyla gezer, bahçelerine giren çocukları metrelerce kovaladığı olur, sonrada onları babalarına şikâyet ederek rahatlardı. En büyük zevki de büyük oğluyla pazar günü erkenden yirmi dakika süren denize arabalarıyla balığa gitmekti. Müge’nin erkek kardeşi Selim lise ikiye yeni geçmişti. Ailesi ondan hep gurur duyduğu gibi geleceğinin de parlak olacağını düşünürdü. Aynı zamanda yakışıklıydı da. Komşularının kızları çoğu kez evlerinden çıkmazdı. Gelelim Annelerine; Artık yaşlılığın belirtileri saçlarından belliydi. Beyazlar gittikçe siyahları esir almış, gözleri eskisi gibi görmüyor ve yüzünde de kırışıkları son zamanlarda artmıştı. Komşularıyla yaptığı sohbetlerde gençliğinde çok çektiğinden yakınırdı. Sahi bu arada, arka odada kalan babaannelerini az kalsın unutuyordum. Tam Osmanlı kadınıydı. Artık çekilen vücudu kemikleri üzerinde kurumuştu. Göz çukurları derin olsa da duvara astığı kaytan bıyıklı bahriyeli kocası Rıza Efendiye bakmadan yapamazdı. Siyah beyaz resmini saatlerce sevdiği olurdu. Babaannenin büzüşen dudakları ise çenesinden içeriye göçmüştü. Bacakları dermansız ve küçük bir sopa gibiydi. Yürümeye mecali yok, hep yatağıyla barışıktı.
Kışın son karıda mart ayının ortasında yağmıştı. Her taraf bembeyazdı. Müge bugünün tatil olmasına çok sevindi. ”İş olsaydı, yokuştan nasıl inerdim?” diye düşündü. Tekrar yorganı kafasına çektiğinde şimdiye kadar işitmediği farklı bir sesle uyandı. Yorganı korkuyla itekleyip bacakları hizasına getirdiğinde çevresine baktı, kimseyi göremedi. Puslu havayı yaran güneş ışığının huzmelerine baktığında toz zerrecikleri havada uçuşuyordu. “Artık temizlik yapmanın zamanı geldi” diyerek, kafasını tekrar yorgana gömdüğünde, genç adamın çıkardığı “Orospuuuu!…” sesine önce aldırış etmedi. “Rüya olsa gerek” diyerek kendisini teselli etti. Korkudan titreyen bacaklarını karnına çekip öylece büzüştü. Gözlerini de sımsıkı kapatıp sesin uykuda kaybolmasını uzun süre bekledi… Ses bir kere yaydan fırlamışçasına durmuyor, peşin sıra yankılanarak kulağını deliyordu. Ellerini yukarıya kaldırıp Allah’ına bildiği bütün duaları okudu. Olacak gibi değildi… Sese karşı koymak ve nereden geldiğini bulmak için yatağından fırlayıp sokağa bakan kalın desenli siyah perdeyi aralayıp dışarı baktığında, sokak boştu. Karşı evin balkon kenarında, kuşun yemek bulma mücadelesine acıdı. Perdeyi yavaşça bıraktığında ışıkta dışarıda kalmıştı. Tekrar soğumaya yüz tutan yatağına ürkekçe girip, “Orospuuuu!” diyen sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştı. Peş peşe gelen küfürlerle sinirleri berbattı. Gözlerini tekrar yumarak sesten uzaklaşmak istedi. Beceremedi… Ses bir kere esir almıştı. Şaşkın ördek gibi tekrar yatağından korkuyla fırlayıp, ne yapacağını bilemeden kapıya yöneldi. Kafasının ucuyla aralığa baktı. Kimsecikler yoktu. Korkusu gittikçe artıyordu. “Küfür eden kim?” diye kafasını kaşıyarak uzun süre olduğu yerde düşündü. Ayakuçlarına basarak annesiyle babasının yatak odasına, ardından da kapının arkasına, daha sonra da köşede babaannesinin yattığı son odaya baktığında, herkes derin uykusundaydı. Unuttuğu kardeşinin odasını da kontrol ettikten sonra rahatladı. Bir ara sesin kesilmesine de çok sevindi. Odasına döndüğünde televizyonu açıp evlenme programının gece tekrarını izleyerek tekrar uykusuna daldı…
Geç saatte uyandığında “Duyduklarım rüya olsa gerek” diyerek serin mutfağa geçti. Masayı, mırıldandığı “Akşam oldu hüzünlendim ben yine…” şarkısı eşliğinde özenle hazırladı. Ayak sesleri evin diğer odalarından gelmeye başladığında sofrada yalnızca kardeşi eksikti. Odasına gittiğinde kardeşinin üstü açık, yorganı ise nerdeyse yerdeydi. Müge yerden topladığı yorganı kardeşinin üzerine örtüp, yanağına öpücük kondurduğunda, kardeşi de artık gözlerini güne bıraktı… Müge, kardeşinin de çayını koydu. Kendisinden uzakta duran peynire uzandığında adamın söylediği “Orospuuu!” sözü kulaklarını tekrar tırmaladı. Sesi kardeşinin sesine benzetti. “Çok ayıp çok ayıp… Bir daha bu sözü duymayım” sözünü ortaya attığında son lokmasını yiyen kardeşi şaşırdı; “Abla sen ne söylediğinin farkında mısın?” dediğinde, hala şoktaydı. Ablası kardeşinin kulağına, beynindeki adamın söylediği sözcüğü tekrarladığında, kardeşi elindeki bardağı sertçe masaya bırakıp ablasına; “İyisin değil mi?” diyerek sofradan kalkıp odasına geçti… Ailenin büyükleri olup bitene hala şaşkındı. Müge kahvaltısını bırakıp köşeye çekildi. Anlamsızca yere çömelerek kulaklarını tıkamaya çalıştı… Yüzünü buruşturup öylece bekledi… Annesi; “Kızım iyi misin?” diyerek üzüntüsünü belli etmek istemese de beceremedi. Müge sesin bir ara uzaklaşmasıyla annesine;
“ Anne beynimin içinde adamın birisi bana sürekli ‘Orospuuuu!’ diye bağırıyor. O zaman sanki çıldıracak gibi oluyorum”
“Kızım hayal görüyorsun, kim olabilir ki?”
“Anne inanın beynimde dolaşan bir adam var, sürekli küfür ediyor…”
“Yarın doktora gidelim, ne dersin?”
“Bu gecede devam ederse, yarın iş yerimden randevu alırım.”
Karlar çabuk erimiş, neredeyse baharın eli kulağındaydı. Toprağın ısınması, çıkardığı buharından belliydi. Müge hazırlığını yapıp kendisini dışarı attı. Çalıştığı binaya yaklaştığında küfür eden adamın sesini bu kez az da olsa derinden işitti. Kaşlarını çatarak servisten içeriye girdiğinde arkadaşları bu duruma bir anlam veremedi. Oda arkadaşı Yasemin;
“ Müge, ne bu halin, suratından düşen bin parça!”
“ Sana anlatacaklarım var… Kulağımın içinde orta yaşlarda bir adam bana sürekli ‘Orospuuu!’ diyor. Çıldıracağım! Artık dayanamıyorum!”
“Mügeciğim işittiklerin hayal olmasın… İstersen bugün doktordan randevu alalım”
“Gerçekten son günlerde iyi değilim. Doktora sende gelir misin?” Yasemin “Olur” yanıtıyla kafasını iki tarafa sallayıp, taktığı gözlüğüyle önündeki evraklara daldı…
Akşamüzeri işten dönenlerle araçların kalabalığı şehre çökmüştü. Müge annesinin tembih ettiklerini Alış Veriş Merkezinden alıp, kalabalığa daldı. Doktorun verdiği ilaçları alıp almamakta bir ara tereddüt etti. “Ya bu gecede beni rahatsız ederse” diyerek sonunda eczaneye uğramaya karar verdi. İlaçlarla eve yöneldiğinde adam yine peşini bırakmadı. Arka arkaya sıraladığı “Orospuuu!” sözcüklerini kalabalıkta duymak istemedi. Yüz ifadesini zorlayarak kapının ziline bastığında kardeşi; “Gel abla, bütün gün seni merak ettik. Doktora gittin mi?” sözüne Müge gerginleşen yüz ifadesiyle; “ Yasemin’le birlikte gittik, bir sürü film çektiler, beynimi didik didik ettiler. Yarında kan tahlili vermem gerekiyormuş.” Diyerek elindeki paketleri kardeşine uzattı. Beyninin saçmalığında odasına girdiğinde yorgun bedenini taşıyan kalbi neredeyse yerinden çıkacaktı… “Artık yaşlanmışım” diyerek yatağına uzandığında peşini bırakmayan adam yanı başındaydı. Müge; “Şöyle meydana çıksan var ya, sana bir Osmanlı tokadı patlatır, nereden geldiğini şaşırırdın!” dese de, adam aldırış etmeden yine bildiğini sıralıyordu… Annesi kapıdan baktığında gözlerde uykuya teslim olmuştu. Yarım saatlik kestirmenin ardından babasının “Kızım haydi yemeğe” bariton sesiyle gözlerini araladığında, küfürbaz adam yanında yoktu… Sevindi… Mutfağa girdiğinde çorbanın buharı ise her tarafı kaplamıştı. Çatal/kaşık sesleri arasında yemek bittiğinde evin ahalisi televizyonun karşısında şekerlemedeydi. Mügeyle annesi mutfakta kaldı. Ona gününün nasıl geçtiğini, adamın söylediği küfürlerle işinde çalışamadığından bahsetti. Kendisine uzak bardağı önüne çekip, ilaç reçetesini okumaya başladı. Annesine; “Bu ne biçim ilaçlar anne! Küçük parçası bile saatlerce uyutmaya yetiyor.” Annesi;”Doktor verdiyse kullanmak zorundasın, yoksa içindeki adamı biliyorsun… “ dediğinde, Müge’de ilacın etkisiyle esnemeye başladı. Çeşme önünde biriken bulaşıkları elden yıkamak istese de o gücü bulamadı. Mutfağı öylece bırakıp kendisini yatağa zor attı. Bir hafta merakla beklediği dizisini bile seyredemeden anında uyudu. Annesi, odasına kafasını uzattığında kızı deliksiz uykusundaydı. Kızının yüz ve ellerdeki istem dışı yaptığı hareketlere şaşırdı. Uzun süre acıyarak seyretti. “Salâvat-ı A’zam” duasını okuyup yatak odasına geçti. Dalmak üzere olan kocasına; “Bey, kızımız son zamanlarda hiç de iyi değil, Allah sonunu hayır etsin” diyerek ışığı söndürdüğünde kocası da horluyordu.
Müge gecenin bir yarısı uyandığında sabah olduğunu zannedip, gece lambasının sönüğe yakın ışığı arasında saatine baktı. Saatin üç olduğunu görünce sevindi. Kulağındaki uğuldamaların birazdan adamın küfürlerini savuracağını hissetti. Ama beklediği olmadı… Sevinerek tuvalete gitti. Adama; “Nerdesin len hıyar, orospunun dölü!” diyerek çişini bitirdiğinde beyninde gün boyu yankılanan “Orospuuuu!” sözü geceyi ve beynini dağıtmıştı. Karanlık aradan odasına geçti. Bir çırpıda yatağına girdi. “Nerden söyledim, söylemez olaydım” diyerek yorganı tekrar kafasına çektiğinde saatin tik-takları da susmak bilmiyordu… Korku içini bir kez sarmıştı. Sessizliği ve beynindeki küfürbazı duymamak için radyoyu açtı. Kütüphanesi’nden uzun süredir yarım bıraktığı Osho’nun “Sır” kitabının kaldığı 67. sayfasını açtı. İşaretlediği “Kişi tüm çıplaklığıyla görünmek istemez. Saklanmak, başka rollere bürünmek, kendini olmadığı gibi göstermek ister; bu yüzden maskeler takarız. Ve herkes yüzlerce maske taşımaktadır çünkü insana her an farklı bir maske gerekir. Her an yeni bir durumla karşılaşır, yeni bir maskeye ihtiyaç duyarız.” Satırlarını okuduğun da, yazara hak verdi. “Hele iş yerinde akşama kadar bin bir yüze bürünmüyor muyuz? Arkadaşlara ayrı bir yüz, yöneticilere ayrı bir yüz takınmıyor muyuz?” diyerek okumaya devam etti… Bir çırpıda kitabın 128. sayfasına geldiğine şaşırdı. Saatine baktı dördü on geçiyordu. “Görmek istersen gözlerinle gör, kulaklarınla görmeye çalışma; kulaklar bunu yapamazlar. İşitmek istersen kulaklarınla işit ve gözlerini unut; gözler işitemezler. “ satırlarından sonra “Peki ben beynimdekiyle nasıl yaşacağım! Onu nasıl yok edeceğim?” diye hayıflanarak radyoda John Holt’un seslendirdiği ve 1980’lerin popüler şarkısı “Goodnight My Love” şarkısının sesini biraz daha açarak pencere kenarına oturdu. Perdeyi araladığında dışarıda kimse yoktu. Sokak lambasının huzmesine takılan kediyi seyretti. Köşe başına baktı… Nişanlısının yaş gününde sarılışını, gözlerinin içine bakarak evlenme teklif ettiği günü gülümseyerek anımsadı. Perdeyi tekrar kapattığında hayalleri de uçup gitmişti…
Müge beyninden gelen garip seslere aldırış etmeden radyonun sesiyle ışığı kapatıp yatağına yöneldiğinde birden durup arkasına baktı. Yüzünü hayal edemediği adam tarafından takip edildiğini düşündü. Korkudan kapattığı ışığı tekrar açtı. Sizlerde şaşırdığınız değil mi okurlarım. Dün kulağında uğuldayan “Oropsu” sözcükleri, şimdide takip edilme… Müge,”İlaçların etkisindendir” diyerek teselli aradı. Mutfağa geçip tezgâh üstündeki yarım bardak suyu bir dikişte içip odasına yöneldi. Aralıktan odasına geçinceye kadar yerinden çıkmasın diye kalbini tuttu. Nedense bu arada hep korku yaşardı. Birkaç kez arkasına baktı. Annesinin köşeye koyduğu ve beyaz örtüyle sardığı halıları adama benzetti. “Bismillah” diyerek odasına geçip yatağına girdiğinde bildiği bütün duaları okudu. “Âmin” diyerek tüm vücudunu yorgana saklasa da adamın küfürleri kulaklarında çınlamaya devam ediyordu.
Sabah ezanı okunmadan on dakika önce yatağında doğruldu. Hava alacakaranlıktı. Takip edildiğini düşünerek aranın ışığını yakarak evde yatanları kontrol etti. Herkes uykusundaydı. Banyo’da abdestini almaya başladığında bir elin omzuna dokunduğunu hissedip, titreyerek abdestini yarıda bıraktı. Arkasına dönmeye bir türlü cesaret edemedi. “Allah’ım neler oluyor bana?” diyerek kapattığı çeşmeyi tekrar açıp abdestini yeniledi. Odasına döndüğünde yatsı namazında bıraktığı seccade de namaza durduğunda, arkadan birilerinin dokunacağını düşünmeye devam etti. İçinden “Namazımda kabul olmayacak, neler düşünüyorum” diyerek hızla okuduğu duaların ardından selamını verdiğinde pencere kenarındaki karartının takip eden adam olduğuna inandı. “Evet, evet beni bu adam takip ediyor!” diyerek “Ben ona yapacağımı bilirim!” tehdidini de savurup tekrar yatağının sıcaklığına döndü.
Günün ışıkları kalın perdeye rağmen odayı zorluyordu. Odanın içi loştu. Gözlerini geceden kurduğu cep telefonundan önce açtığında, tepesindeki karartının kim olduğunu tahmin edemedi. Korkudan yorganı başına geçirdiğinde, Annesi; “ Kızım korkma benim, hadi uyan artık işine geç kalacaksın.” sesine Müge; “Anne beni çok korkuttun. Hem bugün işe gitmeyeceğim. On gün raporluyum” Annesi üzgünce; “Tamam kuzum uyumana devam et” diyerek odadan ayrıldığında dışarıdan gelen kepenk sesleri mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Müge uyumak istese de yapamadı.. Yatağından kalkıp bir çırpıda giyindi. Balkona çıktığında sokağın hareketini izledi. Çöpçülerin, karların erimesinden sonra ortaya çıkan pislikleri temizlemesini, esnafların dükkân önlerine çıkardığı malların dizilişini, işe ve okula gidenlere baktı. Karşı komşuları Betül teyzenin liseye giden oğlunu gördüğünde; “Mehmet, bana Hürriyet Gazetesi alır mısın?” diye seslendi. Mehmet yukarıdan atılan bozuk parayı yere düşmeden avuçlarında yakaladı. Köşedeki marketten gazeteyi alıp, Müge’nin aşağıya sarkıttığı sepete koydu. Kahramanımızın en büyük keyfi balkonda çayla birlikte gazete okumaktı. Hafif esen rüzgâr gazetesini dağıtsa da birinci sayfanın her yerini okudu. İkinci sayfayı es geçip üçüncü sayfanın olaylar bölümüne geçti. Cinayet haberlerini titizlikle inceledi. Borçlarından dolayı cinnet geçiren babanın ailesini katletmesi haberini sonuna kadar yüzünü gererek okudu. Çayına elini götürdüğünde soğumuştu. Tazelemeyi düşündü. Mutfağa adımını attığında, takip edildiğini hissi yeniden depreşti. Korktu. Kalbi sanki yerinden fırlayacaktı. “Neler Oluyor Bana?” sorusuna yanıt bulmak istedi. Olmadı. Korku içinde çayını doldurup, hızla balkona tekrar geldiğinde gazete okuma hevesi de kaybolmuştu. Çayından bir yudum aldığında gözü de Uludağ’ın bulutlar içindeki sonsuzluğuna daldı. Yaşadığı çocukluğu aklına geldi. Kız ve erkek arkadaşlarına aklı takıldı. “Sırdaşım Ayten kim bilir nerelerde? Evlenmiş midir?” sorularıyla anılarını zorladı. Sokağa baktı, hemen evlerinin önündeki betonda oynadıkları çizgi oyununu ve iple atlarken kayarak düştüğünü hatırladığında gülümsedi. Erkek arkadaşının kovalayışında çamura saplanıp eli yüzünün tanınmaz olduğuna kahkahasını bıraktığında kendisini izleyen annesinden haberi yoktu. Annesi, içinden salâvat geçirip; “ Kızım yoksa deli mi oluyor, kendi kendine gülmesi pek hayra alamet değil?” diye hayıflandı. Daha fazla dayanamayıp kızının yanına geldiğinde Müge; “Anne çocukluğum aklıma geldi. Hani her tarafım çamur olmuştu hatırladın mı?” dediğinde, annesi de gülümsedi. Müge, uzun sessizliğin ardından beynindeki “orospu” sözcüğünü söyleyen adamı annesine tekrar şikâyet etti;
“Anne inan birisi hem küfür ediyor, hem de beni takip ediyor. Bana bir şey yapacak diye çok korkuyorum!” Annesi;
“Korkma kızım, ilaçların yan etkisindendir, yakında geçer… Sabırlı ol!” sözüne;
“ Anne inan dayanacak gücüm kalmadı, şeytan diyor ki….”
“ Ne diyor, yoksa?”
“ Günah olmasa ben yapacağımı biliyorum ama…”
“Sakın aklından kötü şeyler geçirme… Yakında geçecek, hiç bir şeyin kalmayacak.”
“ Geceleri uykumda bile kâbuslar görüyorum. Beynimin içini sanki deliyorlar, korkuyorum! Küçüklüğümdeki gibi sarsana anne.”
“Hadi banyoyu hazırlayım da sıcak bir duş al, iyi gelir..”
“Anne sen şaşırdın mı? En çok da banyoya girdiğimde çirkin suratlı adam peşimi bırakmıyor. Uykumda bile rahatsız ediyor. Onun için kesinlikle banyo filan yapmam!… Çıplak vücudumu ona göstermeyeceğim!”
“Kızım sen hayal görüyorsun, evimizde kimse yok”
“ Sen inanma! İzliyorlar diyorum anne! Sende sıkı giyin yoksa seni de izler” Annesi, şaşkındı. Kızını balkonda yalnız bırakıp, mutfağa geçti. Müge hala gözleri donuk, sokağın boşluğunda çocukluğu ve gençliğini arıyordu… Köşe başında elinde çiçekle gelen nişanlısı aklına düştüğünde iç geçirdi. Bir inat uğruna ayrıldığına hala inanamıyordu. “ Şimdi o yanımda olsaydı, beni rahatız eden olur muydu? Ona öyle bir ders verirdi ki…” diyerek kulağının çınlamasını hayra yordu. Her zaman söylerdi “Ölüm bile son değildi, seninle uzun bir yolculuğa çıkacak, dertlerin benim dertlerim olacaktı. Biz seninle sıradan sevdalılar değildik; sıradan ayrılık da olmamalıydı. Hayatın yolu artık ikimiz içinde tıkandı, acı veren çarkın içinde ezildik. Hep senin dizlerinde yatıp, mutluluğum uçup gidecek diye ömür boyu gözlerimi açmak istemezdim. Senin getirdiğin çiçekleri biriktirip yüreğimin derinliğine “Sevda Bahçesi” yapacaktım. Bahçemizde yeşeren tomurcuklarımız bizim geleceğimiz olacaktı. Hatırlar mısın, saçlarımı okşayıp; “ Seni ömür boyu seveceğim ve hiç ayrılmayacağım” derdin. Hani verdiğin sözler nerede? Kim bilir şimdi hangi kadının koynundasın. Bak ben sevgimi yüreğime gömdüm. Seni hep sevdim ve evlenmeyerek aşkımıza ihanet etmedim…” namelerini içinden geçirdiğinde sert esen rüzgârda hayallerini süpürüp götürmüştü. Üşüdüğünü hissederek yeleğine sımsıkı sarılarak içeri geçti… Annesi;
“Kızım banyoyu hazırladım. Bak kaç zamandır banyo yapmıyorsun. Artık koktun. Arkadaşlarına ve çevrene ayıp olacak” Müge; “Anne, inan beni izliyorlar, o adam beynimden çıksın, söz banyomu yapacağım” dediğinde Annesi ısrarcıydı. Küçük çocuğu kolundan tutarcasına banyoya çekti. Müge ayaklarını diretse de kaçamayacağını anlayıp, banyoya girmek zorunda kaldı. Kapıyı arkadan kilitledi. Küvetin içindeki kırmızı naylon kovaya suyu boşaltmadan, kapalı alafranga tuvaletin üstünde uzun süre oturdu. Elleriyle kulaklarını kapattı. Artık içindeki sesi duymak istemiyordu ama adam küfür ve bağırışlarıyla Müge’yi rahat bırakmadı. İçerideki sessizlik uzun sürdüğünde annesi; “ Kızım aç şu suyu da artık banyonu yap!” Müge, çeşmeyi yavaşça açtığında, su iplik gibi akıyordu. Daha sonra suyu hızlı boşalttığında bu kez su sesi, annesinin kulaklarındaydı. Ayağa kalkıp, üzerindeki yeleği çamaşır makinesinin üstüne koydu. Saçlarının tokasını çıkarıp, iki tarafa salladığında aynaya uzun süre baktı. “Ah! Müge sen bu hale gelecek kadın mıydın?” dediğinde gözleri sulandı.. Aynaya bir kez daha baktığında sıcak suyun buharı aynayı kaplamıştı. Ayna’ya “Aşkım” yazıp küvete elbisesiyle girdi. Beyindekine; “Sana inat soyunmayacağım, vücudumu göremeyeceğin gibi onu ömür boyu aşkıma saklayacağım.” Diyerek kovadan aldığı sıcak suyu başından aşağıya döktüğünde elbisede vücuduna yapışıktı. Suyun sesiyle gencin sesi bir birine karışmış, içerinin buharı ise küçük banyoyu sarmıştı. Küvetten çıkıp yere bastığında az kalsın ıslak zeminden düşecekti ki dolaptan tutunarak ayakta zor durabildi. Sokağa bakan pencereyi araladığında aynadaki “Aşkım” yazısına yüreği cız etti. Islanan saçlarını avuçlarının içinde sıvayarak kurulamak istedi. Tekrar alafranga tuvaletin üstüne oturup elbisesinden akan yaşların son bulmasını bekledi. Gözü hala “Aşkım” yazısındaydı. Banyo’nun küçük penceresini tekrar kapattı. İzlenme korkusuyla her tarafı titredi. Bu pis duygu beynini paramparça ediyordu. Çamaşır makinesinin üstündeki küçük delikle burun buruna geldi. “ Ya buradan beni izliyorlarsa” diye havluyu üstüne aldı. Köşede bulduğu yer bezini topak yapıp deliği tıkadı. Banyonun dört bir tarafını kontrol ettikten sonra içindeki ıslak elbisesi ve üzerindeki bornozuyla odasına geçmek için kapıyı sessizce açtı. Kafasını sağa sola çevirip annesine baktı. Göremedi. Koşar adımlarla odasına geçip ıslak elbisesini çıkardı. Islak sutyen ve kilotunu da kenara koyup, yenileriyle değiştirdi. Islanan elbiselerini topak yapıp tekrar banyo sepetine bırakıp odasına döndüğünde annesi kapıdaydı;
“İyi olmadı mı?”
“ Oldu da, banyoda bile rahat bırakmadılar, bende vücudumu göstermemek için küçük deliğe yer sildiğimiz bezi tıkadım.”
“Kızım yaptıklarına inanamıyorum, evimizde bizden başka kim olacak ki? İnan ilaçların tesiriyle hayal görüyorsun.”
“Anne şimdi inanmayacaksınız ama yemin ederim kamerayla izliyorlar. Kayıtları bir yakalayım, göstereceğim size, bakalım o zaman ne yapaksınız”
Akşam karanlığı sokağa çöktüğünde mahallenin çalışanları evlerine yorgun dönüyordu. Bugün mahallenin pazarıydı, hemen hemen her evden balık kokusu mutlaka yayılırdı. Müge pazardan balık almayı pek sevmezdi, babasının tuttuğu taze balıkları serinliğe rağmen uzun süre bekledi… Gökyüzüne baktığında, ayın bulutlar içinde kaybolup geri çıkmasını ilgiyle izledi. Sonsuzluğun kendisine iyi geleceğini ve tüm seslerin beyninden yok olacağını düşünse de kendisini rahatsız eden adamla iyi geçinmeyi denedi. “Bak kardeşim, ne olursun beni rahat bırak…” diye yalvardı. “Küfür etmezsen senin en iyi arkadaşın, istersen sevgilin bile olurum” diye söz verdi. Yanaklarını balkon demirine koyduğu ellerine yasladı. İçi üşüdü… Odasına geçip, sandalyeye iliştirdiği siyah yeleğini giyip yanağını tekrar ellerine yaslayıp babasını bekledi. İçinden, ‘sokağımızdan on ikinci geçen babam olacak” diye dilek tuttu. On beşinci geçen mahallenin en yaşlı Kadir amcasıydı. “Yoksa bizimkilerin başına bir şey mi geldi?” diye telaşlandı, kalbi yine hızlı atmaya başladı. Yanına gelen annesine heyecanını belli etmedi. Balkon demirine koyduğu ellerinin üstüne bir kez daha yatıp annesinin meraklı konuşmalarını dinledi. Ona teselli verdi. Babasıyla kardeşi gözlerine takıldığında, sepette düşen ayın ışığı da balıkları parlatıyordu. Müge mutfağa geçip, ocak üstünde hazır beklettiği yağı kızartmaya başladı. Annesi de dolaptan çıkardığı salata malzemelerini doğradığında, çorbada çoktan kaynamıştı. Herkes sofradaydı… Balığın kılçıkları masayı doldurduğunda karınlarda ağırlaşmıştı. Pek bir şey yemeyen babaannenin odaya geçmesi her zamanki gibi zordu… Hatta babası, annesini kucağına alıp, yatağına götürmek istese de “Ben daha yaşlanmadım!” diyerek kendi kendine söylendiği olurdu. Cırcır böceklerinin bahçeden gelen sesleri bir türlü kesilmiyordu. Müge arka balkondan bahçede yanan lambanın etrafında dolaşan böcekleri seyretti. Saatine baktığında gün sonlanmış ve tarih sayfasındaki yerini almıştı. Gökyüzüne bir kez daha baktı. Kimsenin olmadığı bir ortamda ellerini açarak “ Allah’ım ne olursun, şu içimdeki küfürbazı yok et” diyerek ellerini yüzüne “Âmin” diye gezdirdi. Herkes odasında uykusundaydı ancak Müge’nin uykusu gelmiyordu. Masada yarım bıraktığı suyla küçük ama marifeti büyük ilacını içti. Dedesinin bıraktığı plaklar arasından Müzeyyen Senar’ın “Çok Geceler Bekledim” şarkısını seçip pikaba yerleştirip daha sonra gece lambasını yaktı. Geceliğini çıkartıp yatağına uzandı. Gözlerini kapadığında, içindeki seste yankılanmaya devam ediyordu. Plağın iğnesi “Kalbimi hep boş tuttum, gelir girersin diye…” de takılmıştı… Adam kapının aralığından kafasını içeri uzattığında oda romantikti. Kalın kadife perdeden sokağın lambasının ışığı bile belli belirsizdi. Müge yatağının içinde derin uykudaydı. Adam, yarı aralık kapıyı yavaşça kapatıp ellerini ovuşturarak yatağa yaklaştı. Müge masumdu… Beyaz ve dolgun bacakları meydandaydı. Adam uzun süre baktı… Yavaşça yaklaşıp, ellerini bacaklar üzerine değdirmeden dolaştırmaya başladı. Ağzının suyu akmış içindeki tuhaf duygularına gem vuramadı. Sürekli iç geçirdi… Gözleri kaydı… Ellerini bacaklara değdirmeyi düşündüğünde ara ışığının yanması Müge’nin odasını da aydınlattı. Adam, sessizce kanepenin arkasına saklandı. İçeri giren annesiydi. Takılan pikabın iğnesini yerine koydu. Kızının açılan üstünü örtüp, tekrar yatak odasına gitti. Adam uzun süre saklandığı yerden tilki kurnazlığında çıktı. Uzaktan Müge’nin yatış şeklini ve masumluğunu izlemeye devam etti. İçinden “Orospu eninde sonunda benim olacaksın” diyerek tekrar yatağın başucuna geldi. İlaç Müge’yi teslim almış, yanında top atılsa uyanacak hali yoktu. Adam keyifliydi. Hiç peşini bırakmadığı Müge’nin önce saçlarını okşadı. Daha sonra küçük memeleri üzerinde gezinmeye başladı. Adamın iştahı kabardıkça kabarıyordu, biraz daha ileri giderek karın bölgesinde gezinmeye başladı. Bacaklarının arasına dolandığında Müge yalnızca gülümsüyordu. Adam, gülümsemenin rahatlığıyla soyunmaya başladı. Müge’yi de çırılçıplak bıraktığında yatakta iki vücut artık sırılsıklamdı.. Müge nişanlısına sakladığı duygularına teslim olmuştu. Sevişmeler saatlerce sürdü. Artık beynindeki seste kaybolmuş, sevinçten uçup gitmişti…
Müge, teneke tıkırtısıyla uyandığında, gece boyu seviştiği ve beyninde kemikleşen adam rüyasından kaybolmasına rağmen sıcak ellerini bacaklarından göğüslerine kadar gezdirmeye devam etti. “Bana neler oldu? ”diye cünüp olduğunu fark ettiğinde banyoda boy abdesti almak istedi. Kapanmak isteyen gözlerini iyice araladı. Perdeyi açıp dışarı bakmak istese de ‘izleyen olabilir’ diye yapmadı. Kimseyi uyandırmadan hep korktuğu banyoya bu kez “Nasıl olsa tüm delikleri kapattım” diyerek cesaretle gitti. Suyu yavaşça açtı. Kovayı doldurup, çıplak vücudunun namusunu temizledi… “Hani hiç de fena değildin orospu” sözüne yüzü kızardı… Daha önce hiç tatmadığı ve orgazm olduğu geceyi düşündü… Beynindeki adama; “Deli” diye gülümsedi. “Ona âşık olsam, bana küfür etmekten vazgeçer mi?” diye içinden geçirdi… Hayalinde canlandırdığı uzun boylu, yapılı, kalın kaşları, sürme kirpikleri ve baygın bakışlı, çirkin yüzlü adama isim bulmayı düşündü. “Aşkım” dedi, yanıt alamadı. “Bir tanem” dedi, yine yanıt alamadı… Eski nişanlığının adını “Tuncer” diye dudaklarından bıraktığında, aldığı “Orospuuu!” yanıtına kaşlarını çattı… Odasına geçip ilacını içtiğinde kalın perde de hep kapalıydı. Baca deliğine gazete parçalarını tıkayıp yastığına başını koyduğu gibi uyudu… Uyudu, hem de gecenin sessizliğine kadar…
Ertuğrul Erdoğan/Bursa
Mart 2011