ALTI
METRELİK ÖZGÜRLÜK
Şehrin
en büyük araştırma hastanesinin kafeteryası koridorları gibi kalabalıktı. Umut
arayanlar kafasındaki bin bir düşünceyle ordan oraya savruluyordu. Giriş
kattaki “Danışma”nın ilk sağından kafeteryaya girdim. Önce çay kuyruğuna daha
sonrada börek kuyruğunda geçen zaman diliminde köpüklü bardaktaki çayımda sıcaklığının
cansızlığındaydı.
Cılız,
gözlüklü genç kızın baktığı kasaya yaklaştığımda
aklımda hastanenin beşinci katındaki Nöroloji kliniğine yeni yatırdığım can
yoldaşım hayat arkadaşımdaydı. Kapısında
“ EEG Video Monitorizasyon Odası” yazan iki bölümden oluşan eşimin kaldığı
odada yapılan, hastaların ilaçları
kesilerek, bayılmalarını beklemek ve bu sahneyi kameraya çekmekti. Kontrol
panelinin bulunduğu oda ise uzay
mekiğinin ön panelini andırıyordu.
Dışarıda
baharın gelmesiyle Nisan yağmurları kesilmiyordu.
Video
çekim odasının perdesi kapalı, kuşun kafesinden kaçmaması için her türlü önlem
alınmıştı.
Turkuaz
rengi dolabın yanında bir banyo, yatağın yanında küçük bir buzdolabı ve sehpa
üzerinde birkaç tıbbi malzeme.
İlaç
ve cihazların ağırlığındaki odaya ikimizde yabancıyız.
Uzun
uzadıya neler olup biteceğini bekliyoruz. Hasta bakıcısının temizliğe,
hemşirelerin tansiyona, doktorların ise vizitleriyle uğraştığında, uykularımız
bölük pörçük.
Sevdiğim
kafasına bağlanan yirmi yediye yakın ince kablonun içine konulduğu file ve ona
bağlı altı metrelik kablosu ile uykusunda. Alt tarafı yalnızca pencere ve kapı
önüne kadar ulaşabilen altı metrelik özgürlük… Aklıma hücre mahkûmları düştü.
Hastane odasından daha ufak ve kordona bağlı olmayan adımların bile ezik ve
küçük kaldığı odada uzun yılların yalnızlığı ardındaki bezginlik… Burada
kalacağımız topu topu beş güne bile burun kıvırdığımızda, bir insanın
hücresinde yıllarca yapayalnızlığını ve yılgınlığını beklemek “İnsan
Hakları”nın neresine sığardı?
Düşünüyorum,
yüreğim sızlıyor…
Bir
çayın soluklanmasında kafeteryadayım. Elimde soğuyan çay ve böreğim ile boş
masa arıyorum. Bulunacak gibi de değildi. Herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Dört- beş kişinin oturabileceği masada birçok kişi tekti. Gözüme kestirdiğim
masayı seçip, orta yaşlı adama “Oturabilir miyim?” diyerek masasına iliştim.
Birkaç börek parçasını soğuk çayımla yumuşatıp yemeğe başladığımda adamın hasta
olduğu her halinden belliydi. Boş masa üstündeki film zarfından cesaret alarak
“Geçiş olsun” dediğimde, adam dertlerini peşin sıra aktarıyordu. Gözlerinin
içine bakarak dinlemeye başladığımda sağ gözü açık olmasına karşın bebeği
kayıptı. Ben sormadan eliyle başının sağ tarafını gösterip; “İşte buradan
kocaman tümör aldılar.” Dediğinde üzüntüden gözlerimi aşağıya düşürdüğümde bu
kez gözüm eski bir kazağın altındaki çizgili açık mavi gömleğin eskiyen
yakasına takıldı. Üstündeki cekette öyle ahım şahım bir şey değildi. Parlak, biraz
kirli ve eğreti duruyordu. Adamın yüzünde hastalığın yılgınlığı vardı. Saçları
belli ki hayatı gibi dağınıktı. Seyrek dişleri arasında kuruyan dudağından; “
İşte yalnızca bu sol gözümle görebiliyorum. Artık kimse iş de vermiyor. Oysaki
İnegöl’de mobilyacıda çalışırken, aranan bir elemandım. Hastalığım çıktı, işimi
de, hayatımı da kaybettim.”
“Evli
misin?” dediğimde, “ 19 yaşında bir
oğlum, 7 yaşında da bir kızım var. Oğlum Turizm okuyor.” Sözünün ardından
gözleri daldı.
“Nasıl
geçiniyorsunuz?” sorumla irkildi, kuruyan dudaklarını büktü.
“Eşim,
hazır giyimde çalışıyor. Bütün yük onun
omzunda. Aldığı asgari ücretin geçimi ne olur ki? “
“
Siz…” sözümü tamamlamadan, yüzü gerginleşti, sandalyesine gerilircesine
yaslandı. Birkaç dakika öylece sessiz kalarak pencere kenarındaki büyük
akvaryumda hızla gidip-gelen zebra balıklarının çizgilerinde takılı kaldı. “Yalnız
gözünüz mü?” merakıma önce utandı. Yüzü kızardı… Anlatma ihtiyacını hissedip
“Maalesef cinsellik duygularımda tümörle birlikte yok olup gitti.” Yanıtıyla bu
kez ben balıkların birbirlerini kovalamacasını seyrettim. Tabağımda kalan
tatsız tuzsuz lor peynirin dağınıklığını çatalımla öylesine topladığımda; “İş
vermiyorlar, iş!” diyerek sitemine devam etti. Birkaç ay önce kahvede bir iş
bulduğunu söylediğinde sevinmiştim ancak günlük 5 lira verdiler” sözüne “Vay
pezevenkler Vay!” diyerek tepkimi gösterdiğimde, yan masadaki bakışlarda
masamıza yönelmişti.
Gece
sessiz ve odamızın karşısındaki binanın ışıkları alabildiğine aydınlık ve yanan
ampulleri şehirdeki evlerinki gibi bir bir sönmüyordu. Kimisi pencere kenarında
düşünceli, kimisi hemşireye uzattığı kolunun nabız atımlarında, kimisi de uzun
uzadıya yatağında sessizdi.
Kahverengi
koltuk biraz tozlu ve hasta yakınlarının gelip gitmesinden kirliydi. Yorgun, göz kapaklarım ise günün
koşuşturmasından kapandı kapanacak. İki koltuğu birleştirip, üzerine serdiğim
hardal rengi pikenin üstüne yattığımda vücudum ana rahmindeki gibi iki
büklümdü. Gelip giden hemşirelerin tansiyon ölçümlerinde yinede anımsayamadığım
birkaç rüya görüyorum.
Bir
saatlik kestirmenin ardından kaktığımda bacaklarım kitlenmiş, kolum uyuşmuş ve
boynum tutulmuştu… Kalkıp hareket ettim, boynumu iki yana çevirdiğimde çıtırdayan
ses, odanın sessizliğini bozmuştu. Kafeteryaya
indiğimde gözüme takılan masada beş liranın ucuzluğunda kaybolup gitmiş, yeni
doğacak bebeği beklediğimiz nöbet ise üç gün olmasına rağmen henüz ortalıkta görünmüyordu..
Ertuğrul Erdoğan
Nisan 2012
/Bursa
www.erdoganlaedebiyat.com