Adam, arabasına
bindiğinde yağmurda yeni başlıyordu. Radyosunun birkaç düğmesine dokunduğunda
klasik müzik kanalında karar kıldı. ‘Ne romantik ortam’ diye emniyet kemerini
birkaç kez gevşetmek istediğinde cam da buğusunu salıyor, görüş alanını
kısıtlıyordu. Klimayı açıp sıcaklığını cama verdiğinde önünü puslu da olsa
görüyordu. Uzaklara baktığında
sileceklerin açtığı yağmur taneleri arasında havanın kızılımsı görüntüsüne
hayran kaldı. Direksiyonu her zaman gittiği mekâna çevirdi.
“Burayı çok seviyorum” diyerek
girdiği orta sınıf AVM’nin birinci katındaki kafede müşteriler seyrek
oturuyordu. Beyaz saçlı orta yaşlardaki adam kırmızı desenli koltukta oturan
kadınların önündeki sehpadan gazeteyi müsaade isteyerek alıp, arka tarafta
sakin bir köşeye çekildi. Gazetenin “İmralı
Zabıtları” manşetine takılı kaldı. Başlığın altındaki bölümleri okuyup,
gazeteyi büyük bir hışırtıyla çevirip yazının devamını okuduğunda dudağını
büküp, kafasını iki tarafa salladığında garson başında elinde adisyonla
“Hayırdır beyefendi, bir şey mi oldu?” dediğinde, adam ısırdığı dudağını
serbest bırakıp, “biliyorsun her zamanki gibi” yanıtıyla garson başka
masalardan siparişlerini almaya devam ediyordu. Adam bu mekânı çok seviyordu,
her yerde tost yemişti, ancak bu kafenin tostu başkaydı. Oysaki farklı olan
tostun yanında sunulan küçük salatalık turşusuyla birkaç zeytindi. Önündeki
beyaz sehpaya çayı konulduğunda bir taraftan gazetesini okuyor, diğer taraftan
çay şekerini kâğıdından çıkarmaya uğraşıyordu.
Adam karşısında oturan kadının kendisini izlemesine aldırış etmeden
hesabı ödeyerek adımlarını üyesi olduğu kütüphaneye yönlendirdi. İki katlı
merdiveni çıktığında, asansöre binmediğine de pişman oldu. Üst kata geldiğinde
soluklandı. Kütüphanenin girişindeki duvar ve hemen önündeki kilitli camekânda
mahalli basının ilk yıllarının dokümanları vardı. Camekân içindeki gazetelerin
o yıllardaki orijinal numunelerini ilgiyle izledi. Düzgün olmayan ve
birbirinden farklı silik ve koyu baskılı gazetelerin tekniklerine baktı.
Gazetecilerin kimliklerini inceledi. Kendisinin de bir zamanlar birkaç yıl
yaptığı gazetecilik günleri gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Bir gece
evinde pantolonunu giyerken ansızın kalp krizi geçirerek ölen gazeteci
arkadaşının mücadelesini, onun edebiyat köşesini nasıl özenle hazırladığını,
diğer arkadaşlarının ise haber peşinde nasıl özverili koştuklarını, hele kalın
çerçeve ve kalın renkli gözlüğü ardındaki mavi gözlerin silik göründüğü, seyrek
saçları altındaki başının üzerindeki damarların dışarı fırlayışı altında
kızaran yüzündeki ciddiyetli görünümlü yayın yönetmeninin; “Gazetecinin cebinde
yirmi beş kuruşu olmaz ama itibarı sonsuzdur” sözü kulaklarını yeniden
tırmalıyordu. Adam; “Kim bilir kaç yıl
oldu, acaba yaşıyor mudur?” Diye aklından geçirdi. “İyi gazeteciydi, iyi
gazeteci…” diyerek kütüphanenin girişine yaklaştı. Uzunca koridoru izleyerek
ilerlemesi zamanını almıştı.
Kütüphanenin kapısını ses çıkarmadan açtığında içeride okuyanların
sayısı birkaç kişiydi. Ortadaki yuvarlak “danışma” bölümündeki görevliye kimliğini verip, daha
önce notunu aldığı Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defteri”
adlı kitabını sipariş verip bekledi. Görevli kız kitabı getirdiğinde adam, bir
çocuğun yeni bir oyuncağı bulması gibi sevindi. İçeride çıt yoktu. Yumuşak adımlarla pencere
kenarındaki vişneçürüğü koltuğa sessizce oturup kitabın önce arka sayfasını,
ardından kitabın ilk sayfasını açtığında Gogol’un 1809 yılında Ukrayna’da küçük
bir toprağa sahip bir ailenin çocuğu olarak doğduğunu, daha on dört yaşındayken
babasının öldüğünü, Yaşamının zorluklar içinde geçtiğini, geçinmek için bir
süre özel öğretmenlik yaptığını, çeşitli ruh hastalıklarıyla mücadele ettiğini,
zorluklar içinde geçen hayata dayanamayıp depresyona girip yemek yemediği
dokuzuncu günü hayatını kaybettiğini öğrendiğinde, kitabı önündeki sehpaya
koyup, bir süre pencereden dışarının sonsuzluğuna baktı. Kitabı tekrar
aldığında içeride okuyan bir kişi vardı. Açlığına aldırış etmeden kitabı
okumaya devam ettiğinde bir solukta onuncu sayfadaydı. Bugünlerde midesinden de
oldukça şikâyetçiydi, son zamanlarda ayaküstü yemenin bir gün cezasını
çekeceğini de adı gibi biliyordu. “İnsan dört gündür tuvalete çıkmaz mı?” diye
içinden düşününce kitaptaki konudan dağıldığını anladı, sayfanın başından
okumaya yeniden başladı. Okuduğu kitabın kahramanı Poprişçin’in soyluların
dünyasında kendisine küçük bir yer açma mücadelesi verirken ve üstlerine büyük
bir saygı göstermesine rağmen göremediği saygı ve ilgisizlik içinde verdiği
mücadele onu bir adım öteye götürmeyince kendisini soylu ilan ettiğini ve
kendisini bir gün İspanya Kralı zannederek akıl hastanesinde soluğu aldığını
öğrenen adam, koltuğuna yaslanıp mahallesindeki deli adamın garip halleri
aklına geldi. Karnındaki ağrının
gittikçe artmasına artık dayanamıyordu. Kitabın arasına ayracı koyup, personellerin girdiği
tuvalete gitti. Alafranga tuvalete kopardığı peçeteleri serip oturduğunda birkaç
kez ıkındığında hareket yoktu. Midesinin
taş gibi oluşu canını sıktı. Aklına, yıllar önce yine böyle uzun süre tuvalette
kaldığı gelince, telaştan vücudu sırılsıklamdı. Korkudan kalbi hızla atmaya
başladığında ıkınmasını daha da şiddetlendirse de kıçındaki pisliğin ucunun taş
gibi ve genişçe de olsa çıkmasına sevinir. Adam, tekrar ıkındığında pislik ne
ileri ne de geri gider. İçinden “Eyvah yandım, şimdi ne yapacağım!” dediğinde
kalkmak ister ancak kıçının ucundaki pislik kalkmasına müsaade etmez. Uzun süre
aklına başka şeyler getirip beklediğinde, kıçında yine hareket yoktur. Hafifçe doğrulup,
“bari karımı arayayım da yardımıma gelsin” diyerek kapının arkasına astığı
montun cebinden telefonu almak istese de sıkışan damarları kalkmasına müsaade
etmedi. Bacakları iliklerine kadar uyuşuktu. Birkaç kez daha ıkındığında
gözlerinden yaş gelir, sinirinden ağlamaklı olsa da erkekliğine sığdıramaz. Montunun
cebine kıl payı uzanıp telefonunu zorlansa da alır. Karanlık ekranına bakıp,
açma düğmesinde basıp bekler. Görüntü
gelmediğinde “Yuh böyle şansa!” diyerek kızar. “Neden gelirken şarja takmadım ki!” sözlerini
tekrarlayarak telefonu tekrar cebine koyar. Sıkıntısı gittikçe artıyordu. Peş
peşe ıkınmasıyla başının döndüğünü hissetti, bir ara bayılacak gibi olsa da
uyanık kalmak için kendisini zorladı. İçinden “keşke şu an tuvalete birisi
girse” diye dua etti ancak ne gelen ne de giden vardı… Ikınmadan beklemeyi,
güzel düşüncelerle pisliği atacağını denemek istediğinde uzun süre bekledi.
Artık dizlerindeki derman çözülmeye başlamış, başı da gittikçe dönüyor, panik, içini esir almıştı. Öldüğünü, bittiğini,
vücudundan bir şeylerin koptuğunu kabullendi.
Sıkıntıya dayanamayan vücut kendini saldığında, hamur gibi klozetin kıyıcığına yığılıverdi. Kendine
geldiğinde; “rüyada mıyım)” diye
düşündü, çevresine baktığında henüz bulanık görüyordu. “Allah Allah!” diyerek
klozete tekrar oturdu. Kıçındaki pisliği hala aynı yerdeydi. Ikınmaya devam
ettiğinde pisliğin ileri hareketine sevindi, kurtuluşun geldiği yakındı. Son
kez ıkındığında bütün kılcal damarları neredeyse patlayacaktı. Klozete düşen
parçanın sesi taş gibiydi. Sıçrayan sular kıçını kirletse de kuşlar gibi
hafiflediğini hissetti. Doğrulup pantolonunun fermuarını kapattığında bacakları
sanki kendinin değildi. El yordamıyla tuvaletin kapısını açtığında kütüphanenin
ışıkları kesik ve içerisi zifiri karanlıktı. ‘Acaba kör mü oldum?’ diye
elleriyle gözlerini ovuşturdu. El yordamıyla uzun süre elektrik düğmesini
aradı, bulup yaktığında aydınlığa sevindi. Kapıya yöneldi, birkaç kez zorlasa da,
açamadı. Saatine baktı, geceye nerdeyse yarım
saatlik bir zaman dilimi kalmıştı. “Eyvah, karım ve çocuklarım nasıl da merak
etmişlerdir, kim bilir beni nerelerde arıyorlardır!” diye üzüldü. Pencereden
“İmdat diye bağırırım!” düşüncesiyle pencereleri açmaya çalıştı, yapamadı.
“Otomatik olsa gerek” diyerek umutsuzca kitabını okuduğu koltuğa yorgun
bedenini bıraktı. Kafasını çevirdiğinde danışmanın önündeki bilgisayarlara
sevindi. “Birazdan sosyal medyadan dostlarıma mesaj verir onlardan yardım
isterim” diye rahat tavrıyla bilgisayarın kasasının giriş düğmesine dokunup
bekledi. Ekranın parlaklığını bekledi, göremedi. “Bütün aksilikler beni mi
buldu?” diye şansızlığına karar kıldı. Kapıya tekrar yönelip yumruklamaya
başladı, bekledi, ses yoktu. “Herhalde çarşıda kimse kalmadı, bekçi de beni mi
duyacak?” diyerek koltuğa oturup düşünmeye başladı. Kitapların bulunduğu rafları
inceledi. İçerisi de gittikçe soğumaya başladığında karnı da acıkmıştı. Kalkıp
idari bölüme geçti. Çalışanların masalarının çekmecelerini kontrol etti.
Masanın üzerindeki telefonu gördüğüne çok sevindi. “İşte kurtuldum!” diye
ahizeyi hızla kaldırdı. Çevir sesi yoktu. Diğer masadaki telefona baktı, yine
aynıydı. “Bu nasıl iş yahu! İdare her şeyi yok etmiş!” dediğinde gözü, içinde
karanfil olan vazonun yanındaki bisküvi paketine takıldı. Yarımdı ama açlığını
yatıştırır diye bisküvileri hızla yedi. Köşedeki damacana dolu sudan içtiğinde
biraz olsun rahattı. Pencere kenarına gelip, dışarıya baktığında karanlığı ve
ağaçların hışırtılarını işitiyor, gökyüzündeki ayın şavkı da sehpa üstündeki
kitabının üstüne düşüyordu. Kitabı alıp kaldığı yerden okumaya başladığında
uykusu da yavaşça geliyordu. İki koltuğu birleştirip yatak yaptı. Ofise geçip,
üstüne örtecek bir şeyler aradı. Bulamadı. Müdürün bulunduğu odaya yöneldiğinde,
askılıkta uzun şalı gördü. İçi ısındı. Yalnızca köşede kitapların onarıldığı
odanın ışığını açık bırakıp, koltuğa
uzandı. Üstüne şalı örttüğünde kokusu
başını döndürse de gözleri uykuya çoktan teslim olmuştu.
Pencereden dışarıya baktığında hava
yeni aydınlansa da içerisi loştu. Uzaktan gelen ezanın sesine kulak verdi. Huşu
içinde dinledi, “İnşallah çabuk kurtulurum” niyetine duasını etti. Dışarıdan
gelen ayak sesi gittikçe kapıya yaklaşıyordu. Kapının anahtarı çevrilip hızla
açıldığında içeriye kıvırcık sarı saçlı, yüzünde çilleri beyaz tenli ve mavi
gözlü bir adam girdi. Adam, biran kurtulduğunu düşündü. Sevindi, koltuğun
tekini ayağıyla itekleyip tek koltuk üzerinde doğruldu, gözlerini ovuşturdu,
yanına yaklaşan bu adam “kim?” diye dikkatlice baktı. Ayağa doğrulduğunda
ayakları uyuşuktu, birkaç hareketin ardından kan damarlarında düzgün yol
alıyordu. Koşup kütüphanenin sönük ışıklarını yaktı. İçeri giren adama tekrar
bakıp, sordu:
“Kimsiniz?”
“Adım Nazım,”
“Soyadınızı da Hikmet demeyin bari!”
“Evet benim… Ruhum bu kütüphanenin de raflarında…”
“Şaka mı yapıyorsunuz, yoksa rüya mı görüyorum” diye
adam her yerini çimdikledi. Ürkmüştü. Misafiri karşısınaydı. “Ben sizin
memleketinizde de uzun yıllar hapis yattım. Yaşadığım yıllarda yazanlar ve basına
çok baskı vardı, hele iktidara muhalif olan yazanlar, Basın Mahkemelerine
ardından da hapishanelere gönderiliyordu. Hatta muhalif gazeteler de
kapatılıyordu.” Adam şaşkındı, kafasını kaşıyarak dinliyordu.
“Size kaç yıl ceza verdiler?”
“Beni 20 yıl hapis cezasına çarptırdılar!”
“Eserlerinizi, özellikle şiirlerinizi zevkle okuyoruz,
her biri harika, birçoğu da şarkılarda. Özellikle “Memleketimden İnsan
Manzaraları” kitabınızı bir solukta okudum. Birde, Cahide Songu’nun başrolünü
oynadığı ve bu filmle ünlendiği, Türk Tiyatrosunun üstadı Muhsin Ertuğrul’un
yönettiği ve müziklerini de Cemal Reşit Rey’in yaptığı Türkiye’nin ilk köy
filmi olan ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’
filmini hiç unutamam. Ne güzel yazmışsınız üstat, verin elinizi
öpeceğim!”
“Estağfurullah! Yapmayın… Bir çok şiirlerimi mahpushanede
yazdım. Madem mahpustan söz açtık sana bir anımı anlatayım; Bu şehre gelmeden önce Çankırı Cezaevi’nde
yatıyordum, o sıralar ayaklarımda bir ağrı başlamıştı. Ve sizin memleketinizin
kaplıcalarının ünlü olduğu aklıma geldi daha sonra buraya tayinimi istedim. Mahpushanede
çok güzel anılarım oldu. Mahkumlar içinde azılı katiller mi dersiniz, yazanlar mı, kimi ararsanız vardı. Ama hepsiyle de iyi
geçindim ve beni de çok severlerdi, onları üretime teşvik ettim. Dokuma tezgahı
bile kurup, üretim yaptık, yaptıklarımızı paylaştık ve mahkumlara gelir olarak
sattık. Peki, sizin bu saatte ne işiniz
var?”
“Hiç
sormayın üstadım, başıma öyle bir şey geldi ki, anlatmayım en iyisi… Ayıptır
söylemesi, tuvalete gittim, kabız olunca olduğum yerden kalkamadım, saatlerce
klozetin üstünde kaldım, neredeyse ölecektim, bayılmışım, bir ara kalktığımda
kütüphanede kimsecikler yoktu. Ne yaptıysam kimseye ulaşamadım!”
“Neyse bir
dünya içinde kalmışsınız, bakınız her tarafınızda yeşillik, güzellik ve en
önemlisi de yüzlerce yazarla birliktesin! Hem bende karşındayım, yalnız
değilsiniz ki!”
“Bursa
cezaevindeyken bir olayınızı okumuştum, adama iyi cevap vermişsiniz… Hak etmiş!”
“Kimden
bahsediyorsunuz?”
“Hani şu
cezaevini ziyaret eden Adalet Bakanlığı müfettişinden…”
“Evet, o cevabımı hak etmişti”
“Okumuştum,
ama bir de sizin ağzınızdan dinlesem, inanın çok keyif alacağım.”
“Oldu geçti
ama madem istiyorsunuz, anlatayım. Cezaevine
Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelmişti. Beni cezaevi müdürünün odasına
çağırttı. Gittim, makamda oturuyordu. Cezaevi müdürü de hemen masanın yanındaki
koltuktaydı. Odaya girdiğimde adam geriye yaslanmış lakayt bir biçimde hiç
istifini bozmadan bana: ‘Sen Nazım mısın?’ dedi, Bende “Evet” dedim. Bana
‘gidebilirsin’ dedi. Benimle hiçbir şey konuşmadı. Amacı beni bozmak, rencide
etmek ve aşağılamaktı. Çok bozulmuş ve incinmiştim. Tam dışarı çıkarken dönüp
ona: ‘Size bir şey sorabilir miyim?’ dedim, oda ‘Buyurun’ dedi. ‘Ömer Hayyam’ı
tanır mısınız?” dediğimde, “Kim tanımaz ki” diye cevap verdi. Bende; ‘peki
Hayyam zamanındaki hükümdarı tanır mısınız?’ dediğimde, düşündü, düşündü,
aklına getiremediğinde bende; ‘İşte öyle, ben yaşayacağım ama sizi kimse hatırlamayacak’
diyerek tekrar koğuşuma döndüm.”
“İyi etmişsiniz, ağzınıza sağlık üstadım.”
Adam, sağına döndüğünde pencereden içeriye yansıyan
güneşin huzmeleriyle karşılaştı. Çevresine baktı, Nazımı aradı, göremedi… “Hay
Allah rüyaymış!” şaşkınlığı içinde doğrulduğunda kapıda güvenlik görevlisi de başındaydı…
Ertuğrul
Erdoğan
Bursa/Şubat
2013