Şeftali başta olmak üzere bin bir çeşit meyveleriyle
dolup taşan ve yemyeşil ovaları çarpık- çurpuk yapılan varoşlara, o dönemin bilinçsiz belediye yetkilerinin de
onay verdiği evler yeşilliği öldürse de; Uludağ’ın görkemli yeşilliği ile tarih kokan
Osmanlıya başkentlik yapan ve Bithynia tarafından kurulan Bursa’yı sanırım birçoğunuz
görmüştür. Sabahın erken saatlerinde metroya biniyorum. Nereye mi? Oğlumun
öğretmenleriyle görüşme yapmak için, Osmanlı
döneminde 29 Mart 1868 yılında Bursa Valisi İzzet Paşa tarafından yoksul ve
kimsesiz çocukları korumak amacıyla Islahhane olarak açılan, 1877-1878 yıllarında
yapılan Rus Savaşı’na da askerlere elbise diken ve günümüzde adı Tophane Teknik
ve Endüstri Meslek Lisesi’ne gidiyorum.
Metro içinde “Şehreküstü” durağına gelindi, anonsu
yapıldığında, size de bu isim ilginç
geldi mi bilmem ama sahi kim neye küsmüştü? Dedik ya bu şehir baştan aşağı
Osmanlı kokuyor. Osmanlılar Bursa’yı fethettiği 1329 yıl öncesinde Tophane dediğimiz
ve Bursa Kalesi içinde yaşayan halktan zamanın Tekfur’u ile anlaşamayanların
kaleyi terk ederek kurdukları mahalleye verilen isim olarak diyenler olduğu
gibi, önce Osmanlı’da “Şehrek” olan bu
mahallede bir hoca yaşadığı şehrin günlük gailelerinden bunalmasıyla evini o
yıllar şehrin en uç bölgeye yapması ve ikamet etmeye başlamasından sonra
“Şehreküstü” dendiği rivayet edilmekte. Bu
zattın cami de yaptırdığı söylenmekte.
Neyse adımlarımı tarihi okula
yönlendiriyorum. Henüz tek-tük dükkânların açıldığı tarihi Kapalı Çarşı’sından
geçtiğimde Ulu Cami heybetiyle önümdeydi. Bursa’da bulunup acıktığınızda, Bursa’nın meşhur İskender Döner’i gelse de, ibadet
yapmak için de “Ulu Cami” gelir. Zaten Bursa’ya ziyarete gelenlerde bu camiyi
görmeden gitmezler. Aslen zaviye ( Yol üstünde kurulmuş Müslümanların
ihtiyaçlarını gidermek için kullandıkları yer. Han gibi) olarak yapılan
sonradan cami olarak kullanılmaya başlayan Cami I. Beyazıt tarafından 1396-1400
yılları arasında yapılmış. Beş bin metre kare alandaki caminin 20 kubbesi
bulunmakta. 1889 yılında yangında atlatan cami, İslam tarihinin en eski
camilerinden. Minberinin girişindeki kitabenin altın yaldızla Osmanlıca olarak “Yıldırım
Beyazıt tarafından 1399 yılında yaptırılmıştır” ibaresi bulunmakta.
Yeniden restore edilen Bursa
Kalesi’nin önünden geçiyorum. Bu kale Bithynia devletlerinden kalma, Roma,
Bizans ve Osmanlı devirlerinde tadilat görmüş ve Hisar Kapı, Yer Kapı, Zindan
Kapı, Pınarbaşı Kapı, Kaplıcalar Kapı girişleri de bulunmakta. Surlarının 5
kapısı bulunmakla birlikte yüksek bir kaledir. Ancak 1855 deki büyük depremde
Hisar kapısı yıkılmıştır. Hafif yokuşu çıktığımda soluklanmak istiyorum.
Osmangazi Türbesi’nin hemen alt tarafındaki çay ocağına giriyorum. Bir iki
basamak merdivenden indiğimde içerisi doğu ezgilerinin olduğu dekorlar arasında
sabah çayımı ve aldığım simidimi televizyon izleyerek yiyorum. Çıktığımda bir
iki adım ötemde Osmanlı Gazi Türbesi Şehitlik Anıtı’nın hemen yanında. Daha
önce Osman gazi, Soğüt’deki Ertuğrul Gazi’nin türbesine gömülmüş ancak
Bursa’nın Türklerin eline geçmesinden sonra da naşı Bursa dönemine ait Saint
Elia (Gümüşlü Kumbet) Kilisesine gömülmüş. 1855’de türbe yıkılınca 1863’de
bugünkü türbeyi Sultan Abdülaziz yaptırmış.
Fazla anlatmayım, gelip
gördüğünüzde daha geniş bilgiyi rehberinizden öğrenirsiniz.
1868 yılında yapılan okulda oğlumun
öğretmenleriyle görüştükten sonra bahçedeki banka oturuyorum. Öğrencilerin kimi
basketbol oynuyor. Kimisi de dinlenmede. Yanımdaki banka da birkaç kız öğrenci
oturuyor. Bu okulda zaten kız öğrenci
sayısı oldukça az. Kız öğrenci telefonunda öylesine hızlı mesaj çekiyor ki, dikkatimi
çekti. “Ayda kaç mesaj çekiyorsun?” dediğimde aldığım yanıt 3-4 bin civarıydı.
Şaşırarak “neler yazıyordur!” demekten de kendimi alamadım. Yanıma okulun üç
başkan adayından bir öğrenci oturdu. Kendisine başarılar dileyip, “Başkanlık
için neler vaat ediyorsun?” diyerek sohbeti derinleştirdik. Ona, arkadaşlarını
bilinçlendirmek adına; okullarındaki
konferans salonunun etkin kullanılmasını, zaman zaman kişisel gelişim
seminerlerinin düzenlenmesini, okulda oluşturularak gençlik temsilcileriyle bu
konferans salonunda belirlenecek bir konu üzerinde müzakerelerin yapılabileceği
gibi fikirleri verdiğimde ilgisini çekti ve benden yapacağı bir konuşma için
metin yazmamı talep ettiğinde, “bu gençte iş var” dedim. Zaten konuşmalarında
okuduğu kitapların bilgisi, damlıyordu. Saatlerin nasıl ilerlediğinin farkında değildim.
Bir çırpıda öğleden sonrayı görmüştüm. Ulu cami’nin karşısındaki PTT Merkezine uğrayıp,
daha önce birlikte çalıştığım Müdür arkadaşımı ziyaret edip, bir çayını sohbet arasında içtim. Tekrar Ulu
Cami’nin önünden geçtiğimde, genç polisler ellerindeki makineli tüfek ve
gerideki biber gazlarıyla sıkı bir önlem aldıkları belliydi. Teyyare Kültür Merkezi’nin önünde bekleyen
birisine sorduğumda; Hakkâri Çukurca’da şehit olan Tankçı Üsteğmen Aykut
Köroğlu’nun cenazesi olduğunu söylediğinde terörü kaçıncı kez lanetlediğimi
bilemeden tarihi İskender Döner’in hemen yanındaki sokakta tezgâhını kuran ve
kara kalem resimle ekmeğini kazanan arkadaşıma uğradım. Uzun sohbetin ardından kâğıt ve kalemlerini
masaya koyduğunda ne yapmak istediğini anlamıştım. Neşe içinde çizdiği kara
kalem resmimi alıp metro durağına yöneldiğimde karşıma 10-15 öğrencinin kurduğu
bir stant dikkatimi çekiyor. Yaklaşıp, başındaki genç lise öğrencilerine sorduğumda;
“Bizler muhalif grubuz ve eğitim hakkındaki görüşlerinizi yazar mısınız?”
dediğinde, önümde rulo çeklinde açılan bölüme “Gençlerin okullarında özgürce
düşüncelerini ifade edebileceği, iktidarlarında ebeveylerine sağlayacağı mutlu
ve refah bir ortamın gerekliği’ gibi
görüşlerimi yazıyorum. Gençlerle sıkı bir sohbetin ardından tekrar Şehreküstü
metrosundaydım. Tesadüf gideceğim trende hemen gelmişti. Bindim. Birkaç durak
sonra kırk yaşlarında uzun pardösülü ve şişmana yakın bir kadın elinde tuttuğu
6 veya 7 yaşındaki çocuğu ile bindi. Annesi kapıya yakın koltuğa oturup oğlunu
önüne aldığında trende hareket etmişti ki, çocuk can havliyle bağırmaya ve
elleriyle kulaklarına ve kafasına hızla vurmaya başladı. Çocuğa baktığımda, ter
içinde titriyordu. Yolcuların gözü çocuktaydı.
Kafalar sağa sola sallandıkça herkes sanki sağlığına duacı gibiydi.
Elinde röntgenli dosya olan annenin gözlere baktığımda, alnında biriken terler
boncuk boncuktu. Birkaç kez silse de, yenisi ardından geliyordu. Çocuk
ağlamanın dozunu artırıp, kulaklarına ve kafasına sertçe vurmaya devam
ettiğinde annesinin yüzünde çaresizlik hâkimdi. Ayakta duran genç bir kız
kadının karşısındaki boş koltuğa oturup çocuğu teskin etmek istese de
nafileydi. Çantasından gofret çıkartıp uzatanlara bile yanıt vermeyen çocuk
sürekli ağlıyor ve kafasına şiddetle vuruyordu. Anne çaresizce gözyaşlarını
döktüğünde ineceğim durağa gelmiştim. Merdivenlerden aşağıya indiğimde,
kulaklarımda çocuğun ağlaması devam ediyordu…
Ertuğrul
Erdoğan
Ekim
2012/Bursa