Tek katlı kiremit
rengi gecekondunun arka bahçeye bakan odanın ışığı yandığında hava henüz yeni aydınlanıyordu.
Cemal, köpeklerin uzaktan gelen havlama sesiyle kafasını yorganından çıkarıp bahçedeki
ağaçların perdeye yansıyan gölgesi arasında saatine baktı. ‘Erken’ diye sevinip, tekrar kafasını yorgana gömdü.
Yatak
odasının içi et ve kemik kokuyordu. Orta
yaşlarda esmer güzeli karısı pencereyi açıp, mutfağa geçti. Eşinin kahvaltısını
bir çırpıda hazırladığında Cemal’de güne hazırdı. Karısına “Pek iştahım yok, iş
yerinde arkadaşlarla bir şeyler atıştırırım” diyerek, küçük lokmayı zorda olsa
çayıyla tamamladı. İş yeri uzak sayılmasa da dolmuşla yirmi dakikasını
alıyordu. Kuyruğa girdiğinde hava soğuktu. Paltosunun iki yakasını üşüyen
yanaklarını gizlese de bu kez elleri üşüdü. Gerçi çalıştığı yerde soğuklara
alışkındı ama bu soğuk oldukça keskindi. Dolmuş yaklaştığında tıka basa binen
müşteriler arasında ayakta ve sıkışıktı. Orhan Gencebay’ın “Batsın Bu Dünya” şarkısıyla
şoför vitesi havalı atıyordu. Bozuk paralar havada elden ele dolaştığında,
“İnecek var” sözcükleriyle minibüste hafifliyordu. Cemal boşalan koltuğa
oturduğunda zaten iş yerine de yaklaşmıştı. Cama yasladığı kafasını doğrultup
indiğinde iş yeri de karşı caddede kendisini bekliyordu. İş yerinin müracaat
bölmeli yere birkaç arkadaşıyla sohbet ederek yaklaşıp, giriş kartını bastı. Soyunma kabinlerine
geçip, çizmelerini giydi. Karısının ördüğü kalın kazağının üstüne de iş
elbisesini giyip, dinlenme salonuna geçti. İşe başlamasına on beş dakikası
vardı. Arkadaşlarının masaya çıkardığı beyaz peynir ve zeytinlerin yanına
poğaçasını koyduğunda çaylarda tavşankanıydı.
Cemal’in
çalıştığı bölüm Et ve Balık Entegre tesisinin giriş katıydı. Uzun rampalı
bölüme yaklaşan araçlar çeşit çeşitti. Buzdolapları öylesine büyüktü ki, kimisi
büyük bir salon kadardı. İçerideki büyük baş hayvanların bacaklarının büyüklüğü
ise neredeyse boyunu geçiyordu… Kravatlı şef, ustabaşını çağırıp, elindeki
fişlere göre neler yapılması gerektiğini özenle anlatıyordu. Büyük basküllere
konulan butlar devasaydı. Cemal, oda
büyüklüğündeki buzdolaplarından sırtladığı büyük butlar arasında kayboluyordu.
Soğuktan kızaran suratından akan terler yere düşmeden hemen donuyordu… İple
çektiği paydos saati geldiğinde tüm işçiler dinlenme odasındaydı… Çayın
sıcaklığı bile üşüyen bedenleri çözmüyordu.
Cemal çay bardağını sürekli elinde tutarak elini ısıtmaya çalıştı. İkinci
çayın sonunda on dakika molanın çabuk geçmesine sinirlendi. Söylenerek tekrar
buzdolabına girdiğinde termometrede içeride – 30’lardaydı. Taşıdığı etler yumuşak değil, donuktu. Eldiven takmasına rağmen buz tutan sivri
kısımları vücudunu hırpalıyordu.
Kamyonlar
doldurdukları etlerle ayrılıyor, yenisi geliyordu. Durmak bilmeyen çalışmayla
bedenler bitaptı. Paydos saatine yarım saat kala rampada araç da yoktu. İşçiler
yorgun bedenlerini saldığında sigaranın dumanı da gökyüzünü tellendiriyordu.
İşçiler giyinme odasına yöneldiğinde Cemal buzdolabının sonlarına bıraktığı
atkısını almaya girdiğinde kontrol şefi bütün buzdolaplarının kapılarını
kilitliyordu. Cemal’in bulunduğu buzdolabını da kitlediğinde Cemal etlerle baş
başaydı. Bağırsa da işiten yoktu. Buzdolabının kapağına defalarca vurdu. Yine
ses yoktu. İçinden “eyvah burada sabaha ölümü bulurlar” diyerek kalbi atmaya
başladı. Gittikçe üşüyen bedeninin kilitlendiğini hissetti. Buzdolabının beş
dakikada bir devreye geçen motor sesini takip etti. Etlerin görüntüsü de korku
filmlerindeki gibi iğrençti… Nefesinin kesildiğini, korkudan kalbinin
duracağını biliyordu… Hızlı adımlarla etlere sürterek motoru aradı, ‘belki
sıcaklığı ile hayatta kalırım’ diyerek uzun süre yerini aradı. Bulamadı, belli
ki dışarıdaydı. Allahtan ışığın yanmasına sevindi. İş önlüğünün ön cebinden son
kalan beş sigarasından birisini yaktı, içinin ısındığını hissetti. Çakmağı
sürekli yaktı. Çevreye baktı ‘ne yakabilirim’ diye aradığında, bulamadı. “Önlüğü yaksam, ısınır mıyım?”
dediğinde, “Olmaz belki de bu beni soğuktan koruyacak” diyerek vazgeçti. Soğuk
içine yavaş yavaş işliyordu. Etlerin arasına sıkışmıştı. Nefes alış-verişleri
gittikçe azalıyordu. Yeni okula başlayan oğlunu ve karısını düşündüğünde ölüme
inat, gülümsedi. Cem’in küçüklüğü aklına
geldi. “Nasılda topaç gibi doğmuş” diye
donan beynini zorladı. Yaşamı gözünün önünden film şeridi gibi akıp
gidiyordu “Cep telefonunu neden yanıma
almadım” diye kendine kızdı… Saatine baktı henüz bir saat yeni geçmişti. Her
geçen saniye de morgun soğukluğunu bedeninde hissediyordu. Düşüncesi donmuş ve
pes vaktinin geleceğini biliyordu. Cenazesini hayal etti, akrabalarını,
karısını ve oğlunu tabutunun başında ağlayıp çırpınışlarını serap gördü.
Yemek
ocakta kısık ateşte pişiyordu. İçinden eşinin kuru fasulyeyi çok sevdiğini
düşündü. Yazın yaptığı turşunun bidonunu güç de olsa açıp içinden seçtiği
salata ve lahana tabağını masaya koyup, yatak odasına geçti. Aynada saçlarını
düzeltti, kırmızı rujunu sürüp saate baktığında eşinin gelmesi gerektiğini
odasında oyun oynayan oğluna söyledi. Oğlu “ merak etme anne, babam birazdan gelir,
acaba bana ne getirir?” dediğinde Aysun saatine defalarca bakmaya devam etti.
“Hiç de böyle yapmazdı, yoksa arkadaşlarıyla kahveye mi takıldı?” sorusuna “ama
o kahveye gitmeyi sevmez ki” diye yine kendisi yanıtladı. Kafasını ileri geri
sallamaya başladığında kalbinin atışının artması ellerini de titretiyordu. Cep
telefonunu tuşladığında rehberden seçtiği “Canım kocam” yazısının üstünde
durup, aradığında, telefon çalıyor ancak yanıt veren yoktu… Uzun süre çaldırdı, açılmadığında telefonu yatağın üzerine sertçe
bıraktı. Titreyen eliyle tekrar aradı… Bir türlü beklediği “aşkım” sözcüğü kulağını
tırmalamıyordu. Ocağın altını kapatıp, televizyonu sinirlerinin yatışması için
açtı. Kuşku içini kemiriyordu. “Acaba başına bir şey mi geldi, yoksa kalp krizi
mi geçirdi” saçma sorularıyla şaşkındı. “Sakın trafik kazası olmasın!” diyerek
“Haber programlarını taradı. Şükür bir haber yoktu. “Annesine gitmiştir”
dediğinde ama mutlaka bana haber verirdi, diyerek kocasının gidebileceği
akrabalarını aramaya başladı. Aldığı yanıt
“bizde yok” sözcüğü idi. Birkaç saat içinde ev kalabalık olmaya
başladığında her kafadan ses çözüm üretiyordu. Abisi “hemen polise haber
verelim” belki orada kaydı filan olabilir” diyerek en yakın karakola gittiler… Nöbetçi
polis elindeki sten tabancasıyla kapıdaydı…
Cemal
gittikçe donan bedenini yumuşatacak sıcak bir köşe aramaya başladı. Gözünün
önünde uçuşan soğuk buharcıkları cehennem gibi düşündü. İçerisi sessizdi,
sessizliği bozan yalnızca motorun dışarıdan gelen sesiydi. Yüzü gittikçe
geriliyordu. Elini bıyıklarına götürdüğünde buzdan sertti. Ellerini ovuşturmaya
başladığında biraz ısındığını hissetti. Yüzünü merak etti. Buzdolabının camlı
küçük yuvarlak bölümüne baktığında suratı buzdan bembeyazdı. Ürktü!. Ölü suratı gibi buldu. Kalbini
dinledi, şükür atıyordu… Ölüme adım adım gittiğini kabullendi. Saatine
baktığında gece yarısının tam ortasıydı. Nasıl dayandığını bilemedi… Allah’ına
bildiği bütün duaları pişin sıra okudu. Ağlamaya başladığında gözyaşları yere
düşmeden yanaklarında donuyordu. “Sakin, sakin!” diyerek kendine teselli verdi.
Heyecan ve korkudan çişi geldiğinde, “nereye yapsam?” diyerek uygun yer aradı.
Köşedeki çöp tenekesine baktı, içi boştu. Uzun bekleyişin ardından işemeye
başladığında sıcak sidiği, içerinin
buharıyla karışıyordu. İğrenmeden ellerini tenekede biriken sidiğine soktuğunda
ısındı. Yüzünü, kollarını, kalbini sidiği ile ovuşturduğunda, bıyıklarında biriken buzlar da çözülmüştü…
Kapıda
bekleyen nöbetçi polis;
“Bir
şey mi soracaktınız?”
“Evet,
bir kayıp bildirecektik…”
“İçeriden
sağa dönün karşınızdaki kapıda nöbetçi polis arkadaşlar var ona durumu izah
edin.”
Cemal’in
ağabeyi elindeki resmi uzattığında polis bıyıklarıyla oynayarak resme uzun süre
bakıp sordu:
“Kim bu, terörist
mi?”
“Hayır, kendisi
ağabeyim olur, Et Balık Kombinasında et taşıyıcısı, işinden evine dönmedi, başına bir şey gelmiş
olmasın?”
“Telefonu var mı?”
“Arıyoruz açmıyor.
Gidebileceği her yeri aradık, haber yok!”
Polis geri doğru
yaslanarak düşünmeye başladı. “Ben ekiplere haber vereceğim, kaza filan olmuş
olabilir, hastaneleri araştırdınız mı?”
“Bildiğimiz tüm
hastaneleri aradık, kayıtlarda yok!”
“Peki, ben kaydını
aldım, size ulaşabileceğim bir telefon
alayım, haber gelirse sizi ararız”
İçerisinin ışığı
kesildiğinde Cemal askerlikte karanlık eğitimini alsa da yüreğinin korkusuna
engel olamadı. Sessizlik zemheriydi… Acıkan bedeni vücudunu daha da üşütüyordu.
İçerisi sofrasına koymak da zorlandığı etlerle doluydu. Çıtır simit ve yanında
çayı düşündü… Karısının yaptığı yemekleri gözünün önünden geçirdi. “Kim bilir
akşama neler hazırlamıştı” diye yutkundu. Etlere baktığında donuktu. İç odaya
geçtiğinde yeni gelen taze etleri gördü. Dokundu, henüz donmamıştı. Cebinde her
zaman taşıdığı bıçağı çıkardı, zorlansa da buttan bir bölüm kesti. Eti çiğde
olsa yemenin vücudunu ısıtacağını düşündü. Aklına ıssız dağa uçakla düşen
Kanadalı buz hokeyi takımı oyuncuların hayatta kalabilmeleri için ölen
arkadaşlarının etini yemesini izlediği belgesel geldi. “İnsan zorda kaldığında
başına neler geliyormuş” diye, eti
iğrenerek yemeğe devam etti.
Evin içinde herkes
başını ellerinin arasında, kulakları ise gelecek olan telefon sesindeydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde zil sesi suskundu… Odanın sessizliğini bozan
yalnızca saatin ilerleyen tıkırtılarıydı. Kayınbiraderinin “Sakın organ mafyası kaçırmış olmasın”
sözü, elleri yüzden ayırmıştı. Tek tek
“Allah korusun” nidaları odayı sarmıştı. Aysun ağlamaktan bitaptı. Şişen
gözleri kan çanağı gibiydi. Sabah ezanı okunduğunda Cemal’den hala haber yoktu…
Aysun bir köşe kıvrılan oğluna baktı. İçeri giren gün ışığını umut habercisi
bildi…
Karanlık fazla uzun
sürmeden buz kesen odaya aydınlık yayıldığında, Cemal, bedeninin büzüşen
bitişinde aklına sporcular geldi, doğrulmak istediğinde kemikleri etleriyle
yapışıktı. Yukarıda tel örgü içindeki uzun sarı ışığa dokunmak istedi. Sidikli
tenekeyi ters çevirip üstüne çıktı. Parmak uçlarını ancak değdirdiği lambanın
sıcaklığını vücuduna çekti. Tekrar yere indiğinde, arabalara taşıdığı etleri
sırtına alıp bir oraya, bir buraya işe başlama saatine kadar taşıdı. Ter
buzları çözmüştü. Kalbinin hızlı hızlı atmasına aldırmadı, kurtuluşu
hareketteydi. Saatlerce bedenini makine gibi çalıştırdı. Çalıştırdıkça ısındı,
ısındıkça vücudunu esir alan buzları eritti. Dışarıdan gelen arkadaşlarının
sesine kulak verdiğinde buzdolapları da tek tek açılmaya başlıyordu. Şefin
“Hadi arkadaşlar oyalanmayın, bugün işimiz çok” sözüyle kapı açıldığında
Cemalin donan bedeni de kapının önünde baygındı…
Ambulansın acı siren
sesi uzaklaştığında… Arkadaşları Cemal’in içeride nasıl hayatta kaldığına hala akıl
erdiremiyorlardı…
Ertuğrul Erdoğan
2012 Bursa
www.erdoganlaedebiyat.com