Evlenip, yuvadan uçan
evlatlar genelde ayrı ve farklı bir dünyaya yelken açtıkları için midir,
bilinmez, sık sık uğramazlar baba ocağına. Hele ki her gün, düzenli olarak aynı
saatte mi: Mümkünatı yok. Genelleme
yapmak ne kadar doğru tartışılır ama bildiğim şu ki: Yılmaz Ağabey, kesinlikle
bu grubun haricinde. Kim mi, peki anlatayım…
Daha öncesine gidersek,
evlenmeden önce de, sonrasında da, ailesinin göz bebeği ve bir tanecik
oğulları. Beni hep şaşırtır ve gülümsetirdi: Ne de olsa babasını kopyasıydı.
Beklenmedik şakaları, inanılmaz esprileri ile mutlu olurdum. Özellikle,
kardeşim doğmadan önce, büyük ihtimalle kardeş sevgisini onda tatmıştım.
Tam bir çekirdek
aileydi onlar. Sessiz, sakin yaşantıları, birbirlerine olan düşkünlükleri ile
takdire şayan muazzam insanlardı. Üst katımızda yaşayan sevgili komşularımız,
komşuluğun da ötesinde, sımsıcak dostlarımız olmuştu, ezelden beri.
Yılmaz Ağabey, vatani
görevini yapıp geldiğinde, oldukça şaşırtmıştı görenleri. Her ne kadar dış
görünüm, kimseyi ilgilendirmese de, nedense ters giden bir şeyler olduğu
doğmuştu içime. Tezkeresini alıp, döndüğünde, yaptığı espri şuydu:’’ Vücudumun
yarısını orada bıraktım.’’O yapılı adam gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti
adeta. Bahanesi ise, aşırı yaptığı spor ve özen gösterdiği beslenmesi idi.
Kısa zaman zarfında,
mutlu bir izdivaçla, dünya evine girdi. Dünya tatlısı bir kızdı eşi. Saygıda
kusur etmeyen, sessiz ve sevgi dolu…
Yakın civarda
oturuyorlardı. Ve her gün iş çıkışı evine gitmeden önce ailesini ziyaret etmeyi
hiç ihmal etmezdi: Aynı saatte hem de. Müzeyyen Teyze, bilirdi onun geliş
saatini ve pencerede beklerdi dakikalarca. Ya bir çiçek ya da elinde ufacık bir
torbayla gelirdi hem de hiç aksatmadan. Övünç kaynağı idi anne ve babasının.
Fazla dışarı çıkmayan annesi, öyle mutlu olurdu ki onun vefasıyla, anlatırken
gözleri dolardı her defasında.
Yılmaz Ağabey’i en son
gördüğüm gün ve an, hala dün gibi hatırımdadır. Soğuk bir Aralık akşamı,
büfeden sigara alırken rastlamıştım ona. Ve tatlı tatlı gülümseyip, hal hatır
sormuştu. Nereden bilebilirdim ki, bunun onu son görüşüm olduğunu.
Aslında bir farklılık
sezmemiş değildim hani, o gün. Ama konduramamıştım kötü bir şey, aklıma
gelmezdi ki. Avurtları çökmüş, sanki daha da zayıflamıştı. E, kolay değildi
tabi, her gün sayısız kere şınav çekmek. Tam bir sporcuydu ne de olsa.
Kısa bir süre sonra,
babasına rastladım yolda, telaşlı bir hal içinde bir yere gidiyordu.
Sorduğumda, oğlunun rahatsızlanıp, hastaneye yatırıldığını söyledi. Gerekli
tetkikler yapılıp, taburcu olacağı ümidiyle, üzgün üzgün başını salladı. Basit
bir rahatsızlığı olduğu düşüncesi haricinde hiçbir kötü ihtimal yoktu ortada.
Keşke haklı çıksaydık, keşke…
Ne var ki, akabinde
aldığımız haberler hiç de iç açıcı değildi. Kısa zaman zarfında, durumu
ağırlaşmıştı. Evden çıkmayan annesi, her gün oğlunu görmeye gidiyor ve umut
ediyorlardı toparlayacağına; en az bizim kadar. Onların üzüntüleri,
beklentileri inanılmaz derecede acıtıyordu kalbimi, biz de farklı değildik
onlardan.
Bir ay geçmemişti ki,
aldığımız haberle yıkıldık. Onların üzüntüsünün yanında neydi ki bizim acımız.
Bırakın ölümü, hastalık kondurmak bile akıllara zarardı.
Evlerinin neşesi
değildi tek solan, tüm komşular yas içindeydik. Yürekleri dağlanmıştı, ötesi
var mıdır evlat acısının. O dağ gibi baba, evladının gidişiyle belki yirmi otuz
yıl yaşlandı bir anda, hem de inanılmaz kadar kısa bir süre içinde.
Her gün, evin rutin
alışverişi için dışarı çıkan adam, eşi gibi çıkmaz oldu evden. Bırakın dışarı
çıkmayı, pencere önüne bile gitmez oldular. Öyle ya, artık gelen giden yoktu,
arada sırada gelen gelinlerinin dışında. Hiçbir söz bulamıyorduk onları
avutacak, hiçbir şey yapamıyorduk, üç beş teselli sözü dışında. Yaşanacak en
büyük acıyı tatmıştı onlar.
Onun gidişinin üzerinden
kısa bir zaman geçmişti ki, bir gece yarısı, inanılmaz bir gürültü ile uyandık
ailecek. Kelimenin anlamıyla, inanılmaz bir bağrış çağrış, feryat içindeydi
yukarıdaki komşularımız. Koşa koşa üst kata çıktığımızda, banyoda yerde
yığılmış yatarken gördük, Yılmaz Ağabey’ in babasını. Çarpmanın etkisiyle
bayılmış, kendinden geçmişti. Gelen ambulansla, oğlunu kaybettikleri hastaneye
kaldırıldı akabinde.
Acıları, acımız çok
taze iken, bir hafta içinde onu da kaybettik ebediyen. Dilim varmıyor ama
adamcağız bu acıya dayanamamıştı. Nasıl bir yazgıdır bu Allah’ ım. Müzeyyen
Teyze’nin yaşadıkları inanılmazdı. Ailesi yok olmuştu, bir anda, aniden.
Nasıl dayanırdı bu
kadın, nasıl başa çıkacaktı, hiçbir söz bulamıyorduk onu teselli edecek, kimse
de bulamazdı. Perişan bir halde, yapayalnız kalmıştı. Önce evladı, ardından
hayat arkadaşı peş peşe terk etmişlerdi onu.
Yaşadığı ev, artık bir
zindan olmuştu onun gözünde: Her köşesi hatıra dolu bir zindan.
Ve neyi var neyi yok, her
şeyi olduğu halde bırakıp, bir huzur evine yerleşti Müzeyyen Teyze. Asla da
uğramadı evine tek gün dahi. Şimdi, orada yaşıyor, aslında yaşamaya çalışıyor.
Arada uğrar gelini, ziyaret eder, elinden geldiğince teselli eder…
Senelerdir üst katımız
terk edilmiş öylece durur. Bazen, ne gariptir ki, tıkırtılar duyarız yukarıdan
gelen, evde birileri yürüyormuşçasına. Olacak şey değil, her defasında da başka
yerden geliyordur sesler diye de geçiştiririz. Gecenin sessizliğinde, herkes
uykudayken bile duyduğumuz olur bu ayak seslerini. Kim bilir, belki de yaşanan
acılar, depresif duygulardır bizi böyle yapan. Akabinde yorum bile yapmayız,
aynı anda aynı gürültüleri duysak bile…