Ortaokula başladığımda onbeşliktim. Bana okuldaş olan köylüm de öyleydi. Onbeşlik olsak da **“onbeşliler” değildik. Ondan dolayı, “Onbeşliler gidiyor, kızların gözü yaşlı” diye türkü çığıran ve üzülüp gözyaşı döken olmadı peşimizden. “Aferin!” diyenin de çıktığını sanmıyorum. Aksine, “Ötekiler gibi iki ay sonra kaçıp gelirler,” diyenler olmuştur mutlaka. Kötü örnekler vardı çünkü…
Onbeşli olmam şunlardan kaynaklıydı. İlkokula bir sene geç başladım. “Üçüncü sınıflı olduk” diyeceğim bir zamanda, aşılanmış ahlat ağacından armut toplarken düşüp iki ayağımı kırdığım için okula gidemedim. İlkokuldan sonra bir sene ara verdim.
O sene kışın, yayla civarındaki ormanlarda kesilecek ağaçların damgası yapılıyordu. Orman bölge şefinin gösterdiği ağaçların köklerine yakın yerde baltayla açılan aynaya katranla ağaç numarası yazıyordum. Şef, yazımı güzel bulmuş ki niye okumadığımı sordu.
“Orta mektebe yolladılar da okumadık mı?..” dedim.
Şef dahil herkes gülse de babamın gülüşüne anlam veremedim nedense…
Babamla dedemin ağrına gitmiş dağdaki o lafı iyi oturtmam. O senenin eylülünde, ilçedeki ortaokula yolladılar beni. Okulun tuttuğu bir evde pansiyoner olarak. Yeme, içme, yatma ve haftada bir hamam olmak üzere tüm bunların aylık bedeli peşin verilirdi. Para, on gün geciktirildiğinde, “Ananı da al git,” dercesine defedilirdi zavallı pansiyonlum…
Orta dereceyle de olsa birinci sınıfı geçtim.
İkiye ayak sallayışım iyi başladı ve o şekilde sona erdi.
Üçüncü sınıfa ayak bastığım gün, ortaokulu takdirnameyle bitireceğime ahdettim. Daha doğrusu, bastıbacak köylümden aşağı kalmamaya karar verdim. Köylümün notları hep yüksek olurdu benden. Bunu, ana karnındaki veletlere kadar duyururdu köyde. Aklı sıra üstünlük taslamak isterdi bana. Boy kısalığının verdiği ezikliğe bağlardım yaptıklarını. Bir tek, el önünde beni küçük düşürmek için “Lazım” demesine kızardım. Şehir fırlamalarıyla bazen, dalaşmaya kadar giderdi “lazım” tantanası…
Ortaokul üçe kalem çalışımızın ikinci günüydü. Sınıf başkanını; alt muavin, yani ikinci muavin belirliyordu. Tabi şehirli oğlanları dikiyordu tepemize. Yirmi beş kişilik sınıfta benle birlikte sıpalık on köylü vardı. Sıpalık demem şundan. Şehirli veletler, köyden gelenleri hor görürdü. Bizler de, inadına sıpalık yaparak köylü gelip köylü giderdik. Bırakın alma diliyle konuşmayı, “yapacağım” yazısını bile “yapcem” diye okurduk. Öğretmen de haliyle, “Dilini eşek arısı soksun,” diyerek alay eder, şehirli zıpırlar gülerdi. Köylü olmanın ezikliğinden sıyrılmamız için içimizden birisinin sınıf başkanı olmasını önerdim köylülere. Yürekli birisi çıkmayınca ben talip oldum. Bana destek olmalarını istedim. Müdür muavininden çekindikleri için mırın kırın ettiler. İyi konuştuğum birkaç şehirli çocuğa da sınıf başkanlığına talip olduğumu söyledim. “Münasip olur. Kalıbın yerinde. Senden çekinecekleri için gürültü yapan olmaz. Üstelik yakışırsın,” gibi laflarla arka çıktılar bana. Köylüm, başkan olmamı kıskanmış olmalı ki, “Sınıf başkanlığı; davara çobanlık yapmaya benzemez,” diyerek dokundurma yaptı bir ara. O an, sınıf başkanı olmayı daha çok istedim. Başkanı olursam, cırcır böceği gibi köyde ötemezdi badak köylüm. Gördüğüm kadarıyla epey bir öğrenci tayfası sınıf başkanı olmama yeşil ışık yakıyordu. Gerçekten istediler mi yoksa beni gaza mı getirdiler işte orasını tam anlayamadım. Köylümün kerhen destekleyeceğini iyi biliyordum o kadar. Bir başka iyi bildiğim de şu idi.
“Sığır ve ara sıra keçi güttüğüme göre, bu mektep düşkünlerini de hayda hayda yönetirdim. Hiçbir kurda kuşa davar vermemiştim. Sınıftan kimseyi de öğretmenlere söylemez, cezayı kendim keserim. Yani, onları iyi güderim…
Tarih dersi için sınıfa gelen ikinci muavin, “Günaydın evlatlarım!” diyerek selamladı bizleri. “Sağ ol!” diye karşılık verdik sınıfça. Çok güzel bir konuşma yapan öğretmenimizi can kulağıyla dinlemeye koyuldum.
Adı Hakan olan ve aramıza yeni katılan şehirli oğlanı ayağa kaldırdı öğretmen. Üzerindeki elbisesi gibi yüzü de pek parlaktı oğlanın. İlçeye tayin olan malmüdürünün oğluymuş. Geldiği okulda hep sınıf başkanlığı yapmış. Öğretmen; “Bu seneki sınıf başkanınız Hakan,” deyince, kımıldandım yerimde. Konuştuğum şehirli oğlanların bana bakışları, “Daha ne duruyorsun?” der gibiydi. Parmak kaldırmakla birlikte dikeldim.
“Öretmenim! Bu yaptığınız haksızlık! Bu sene ben sınıf başkanı olmak istiyorum! O parlak oğlan, yeni geldiği için çaylak sayılır! Onun sözünü dinleyen olmaz! Bense gedikliyim! Hiçbir kimse çıt çıkaramaz sınıfta! Köylü; ahalinin efendisi olduğuna göre, başkan olması da hakkı!”
“Bak şu konuşana,” dercesine yan baktı bana öğretmen. “Başkanlığa uygun musun diye gel de boyunu ölçeyim,” deyince, sevinerek, kuzu kuzu gittim yanına. “Boyun ve kalıbın bana yakın ama sen, davara çobanlık yaparsın ancak,” deyip öylesine okkalı iki tokat patlattı ki yüzüme, şimşek çaktı gözümde. Şaşı bakmış bulundum sınıfa. Dört kızın bulunduğu sınıftan sadece iki düzgün kızın kaşları çatıktı. Belli ki kızmışlardı öğretmene. Öbür iki baldır bacakla cümle danalar, açıkta bir şey görmüşçesine sırıtıyordu. Dayak yememden köylü sıpaların keyif almaları içimi acıttı. Hele, bilmem ne bacaklı köylümün otuz iki dişini gösterişi, tokattan daha çok yaktı canımı.
Kendi kalıbına yakın bir öğrencisini dövdüğü için muzaffer bir komutan havasına bürünen Muzaffer öğretmene, “Öğretmen olmuşsun ama çoban olamazsın! de,” diye dürttü kör şeytan. “Deme!” dedi çoban meleği. “Öğretmen, küçük düşürülmez. Hele hele öğrencilerin önünde laf dokundurması bile yapılmaz öğretmene...”
“Sınıf başkanlığı için seçim yaptırın,” dedim alt muavin öğretmene.
“Ne dedin? Ne dedin?” diyen öğretmenim, her iki yanağıma “sağa-sola dön yaptırdı ses çıkartarak. “Sınıfta demokrasi uygulattı diye ispiyonlatıp Yassıada’ya göndermek mi istiyorsun ülen sen beni?..” diye bağırırken bunu tokatla süslemedi bereket….
“Çobandan müzevirci olmaz!” diyemedim. Köylülüğümün yanında bir de çoban olduğumu belli edip bir koz daha vermek istemedim el aleme. “Beni dövmeye hakkınız yok!” dedim onun yerine.
“Demir dövülerek, öğrenci sevilerek işlenir. İşte böyle,” diyen öğretmenim, pek şakşaklı sesle sevdi sol yanağımı. Öyle ki, tükürüklerim saçıldı sevinçten… “Dünyada olamaz böyle bir sevgi gösterisi,” dedim kendi kendime… Dayak kaçkını bile bu sevgiyi yaşayamaz hayatta…
Küçük muavin; “Dayakla, ayı bile molla olur.” deyip sağ kolunu gerdiğinde, “molla” olmamak için dışarıya attım kendimi. Öğretmenin molla yapamamasına sevinmedim dersem yalan olur.
“Öğretmeni müdüre şikayet et,” dedi kör şeytan.
“Hakkını, silsileye uyarak ara,” dedi çoban meleği.
Çoban meleğinin sözünü dinleyip, başmuavin Adil öğretmenin kapısını çaldım. “Girin!” sesiyle daldım içeriye.
“Muzaffer öğretmenim dövdü beni. Ondan şikayetçiyim. Hak, hukuk ve hakkaniyetinize yani, üç H’ nıza sığınıyorum Adil öğretmenim…” deyip, büktüm boynumu.
“Ne ne ne?” diyerek masasından kalkan Adil öğretmenimin beriye gelişini iyiye yordum. “Ne ne ne” dediğine göre Muzaffer öğretmene haddini bildirecek sandım.
“Öğretmen şikayet edilir mi len?” diyen Adil adam, hiç de adil olmayan cinsten okkalı bir yumruk indirdi suratıma. Adil’den böyle bir adilsizlik ummadığım için sendeleyip tutundum koltuğa. Ense kökümü yakan balyoz benzeri yumrukla koltuğu öptüm bu defa. Kulağımın koparılırcasına çekilmesiyle doğrulsam da başmuavinin bodurluğu yüzünden eğik kaldım.
“Öğretmenin vurduğu yerden gül biter! Anladın mı?” diyen Adil öğretmene, küçük dilimi yutmuşum ki, “Hakkaten öyle… Yanağımda ve ensemde alev alev yanan kırmızı güller oluştu,” diyemedim. Kulağımdan bağlı başımı eğip kaldırarak öyle olduğunu söylemiş oldum. Hoşuna gitmiş olacak ki, başmuavin de başladı kellemi emme basma tulumbaya yapmaya. Yetmezmiş gibi, oda içersinde harman döver gibi döndürdü beni…
“Baban seni bize, eti sizin kemiği bizim diye teslim etti. Öğretmen şikayet edilmez. Eli öpülür. Gidip, Muzaffer öğretmenin elini öpeceksin. Önce benim elimden başla.” Bunları derken de inadına kulağımı burkarak kıtırdattı kıkırdağı adil(!) herif. Yüzümü, ensemi ve kulağımı okşayan (!) Adil öğretmenimin mübarek(!) sağ eli yerine mübarek olma şerefine henüz erişemeyen sol elini öptüm.
“Gül dikensiz olmaz değil mi?” diyen öğretmenime, “Helbet olmaz öğretmenim...” diyemedim gine. “Gülü seven dikenine katlanırmış,” diye devam eden Adi öğretmenden nasıl bir diken yiyeceğim diye meraklandım doğrusu.
Öğretmenlerimiz birer gülistan olmuş. Bize gül dağıtmanın yanında diken de batıracaklarmış meğer…
Ankara’nın yolları gibi kulağımı büklüm büklüm bükerek kapıya çevirdi beni bastıbacak Adil başmuavin. Henüz arınmamış eliyle kapıyı epeyce araladı. Sandım ki, boynumu kapıya sıkıştırıp gül dikeni batıracak. Kopma pahasına kulağımı kurtarıp diklenirdim emme…elimiz kalkmazdı öğretmene…Ta küçüklükten beri, öğretmen mi geliyor, büyük küçük sıraya geçerdi herkes. Bir başka değerdi öğretmen bizim nazarımızda…Bu sene öğretmenler de değişmiş zannım. 27 Mayısta ihtilal oldu ya, bunlar da askerlere özendi besbelli…
Kulağımın bırakılmasının hemen ardından öyle bir gül dikeni yedim ki arkadan…Dersin ki katır tekmesi…Ayakkabının ucu sivriymiş. Tam bir isabetle kalça çanağımı buluverdi. Adil öğretmenin gül dikeni, ucu sivri ayakkabısıymış meğer…
Gül dikeninin batmasıyla birlikte fırladım kapıdan. Geniş holdeki merdivenin siperine sığınıp, dikenin sızısını savmak istedim.
“İki muavini de müdüre şikayet et,” diye dürttü kör şeytan. Hakkı müdürün odası üst kattaydı. Merdiven basamaklarını ikişerli çıkarak müdürün odasına gitmeye yeltendim. Çoban meleği, “şeytana uyma” deyince dördüncü basamakta kaldı ayaklarım.
Müdürün odasında olduğumu varsaydım bir an.
“Yediğin dayaklar az gelmiş ki Hakkı’nın da hakkından nasiplenmek istemişsin. Belli ki dayak manyağı olmuşsun,” der mi müdür? Der…Hem de lazımınca der. “Taze yanaklara gül konduran öğretmen gülistanıma sen nasıl güvercin gübresi atarsın?” der mi? Der…Hem de avuçlarını tükürükleyerek…Pataklar mı? Hem de Osmanlı tokadıyla…Zebellah gibi adam. Hakkı olan tokadı çaktı mı, duvara yapıştırır alimallah. Hele o da, “Gülü seven dikenine katlanır,” deyip diken batırmaya kalkarsa vah ki vah halime…
“Müdüre çık Çoban Lazım, sana okkalı bir dayak lazım…” dedi kör şeytan.
“ Git len başımdan!” deyip kulağımın dibindeki kör şeytanı savarken bir gül de kendim kondurdum sağ yanağıma…
“Uyma kör şeytana,” dedi çoban meleği. “Gördüğün gibi; kadı sağır, müftü kör. İşini başka şekilde gör.”
Fırt yapıp döndüm geri. Çıktım okuldan dışarı. Çöğdüm duvar dibine.
“Köylünü döv,” dedi kör şeytan.
“Gücün, yumruk kadar köylüne mi yetti derler,” dedi çoban meleği.
“Adil efendi günahkarın teki. Kafasını taşla yar,” dedi kör şeytan.
“Günahsızsan yap kör şeytanın dediğini,” dedi çoban meleği.
“Günahsız insan olur mu hiç?” dedim.
“Amel defterine göz attım,” dedi çoban meleği. “Bu yaştayken günahın çok fazla. Bundan sonra benden pas.”
“Okuldan temelli sıvış,” dedi kör şeytan.
Çoban meleğine kulak verdim. Vicdani bir ses duymadım. O an anladım ki, çoban meleği benden önce sıvışmış.
İki muavinden dayak yemem pek gücüme gitti. Otuz beş kilometre ötedeki köyden yayan yapıldak gel…Bazen, tomruk yüklü kamyona binerek kelle koltukta ulaş okula…Kimi zaman, yirmi kilometre yürü, sonra kömür yüklü kamyona binip Araplaş…Paranla oku…Hakkın olduğuna inandığın bir konuda eşek sudan gelene kadar dayak ye…
“Okulu yak,” dedi kör şeytan. Başımı çevirip bir baktım ki, yanımda köylüm oturuyor. Keçi kulaklı ve boynuzlu. Uzun kıllı. Bir gözü de kör. Kollarından yakaladım.
“Bıktım senden! Öbür gözünü de ben kör edeceğim!..”
“Mülazım! Kendine gel evladım!” diyen Muzaffer öğretmenimin sesiyle ürperiverdim. Yanımda oturan şehirli sıra arkadaşımın yakasını bıraktığım gibi doğruldum. Öğretmenim yanımdaydı ve bütün sınıf bana bakıyordu. Müthiş bir utanç duygusuna kapıldım.
“Beni iyice bir dövün öğretmenim. Uyumuşum sanırım.”
Öğretmenimin gülümsemesi sınıftaki öğrencileri güldürdü hafiften. Omzuma dokunarak yerime oturttu öğretmenim.
“Seni sevindireyim ki uykun dağılsın,” dedi. “Başmuavinle birlikte seni okul başkanı ve bayraktar seçtik.”
Yüreğim sıkışıp, göğsüm daralır gibi oldu sevinçten. Onlara ne iyi gelirdi? Ağlamak. Ben de öyle yaptım zaten…
Mülazım. Namı diğer Çoban Lazım.
Veysel Başer
Onbeşliler: Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınan 1899 ve 1900 doğumlular.