Kavurucu yaz sıcağında
serinlik veren bir yaz yağmuruymuşçasına nasıl da ferahladı şu kavruk ruhum.
Sıkıntıların ve
çaresizliğin nezdinde iken nasıl da püfür püfür esmekte şu deli rüzgâr: Deli
gönlüm gibi…
Ne güneşin sıcağını ne
de havanın o boğuculuğunu hissediyorum.
Bir mola verdim
yalanlara…
Bir mola verdim
yalnızlığıma…
Bitmeyeceğini sandığım
bir düşmüş meğer gözüm açık gördüğüm, büyüleyen, ayaklarımı yerden kesen.
Gece ve gündüz nasıl da
ahenkle mırıldanmakta birbiriyle. Gün geceye uzanırken nöbeti ay devraldı
yeniden. Yorgun ve yakıcı güneş bir nebze de olsa dinlenmek istiyor tıpkı
benliğim gibi.
Ve yine devir teslimde
bulunacak gerçekler yalanlara, yine yeni bir bekleyiş başlayacak günün
bitiminde.
Kısacık ama huzur dolu…
Karanlık ama görüp
göreceğim en aydınlık karanlık…
Nazlı nazlı göz süzen
yıldızlar ta gökyüzünden seslenmekte bana:
‘’Yum gözlerini ve
rehavetin kollarına bırak kendini o bilinmezliğin.’’
Gecenin prensesi ay
bile mimledi imkânsızlıkların izdüşümünü.
Özlemi çağrıştırıyor
gecenin sessizliği Oysa sevda asla bir külfet değil, olmamalı da. Lakin mucizevî
bir son gerekmekte ayrılığı def etmek adına. Öyle ya özlem değil mi acıyı ve imkânsızlığı
daha da pekiştiren.
Ayrılık değil mi ilahi
bekleyişi depreştiren.
Ve tek şahit Yaradan
günün seyrini mümkün ve yaşanılır kılan.
Sıcağın kavuruculuğu
daha da tuz basmakta kapanmayan yaralara.
Kimler kimler muzdarip
değil ki kendilerini hayata peşkeş çekerken.
Ey, İlahi Adalet sen
nelere kadirsin.
Karanlıkta peşim sıra
beni kovalayan ve terk etmeyen yegâne dostum değil mi o kadim gölgem:
Yalnızlığımın tek şahidi ta ezelden beri üstelik.
Ahtım var; artık şikâyet
etmeyeceğim demlenmiş hayatların önüme yığdığı bariyerlerden.
Beterin beteri varmış
oysa. Ne siz ne de onlar. Aslolan sadece ben ve izini sürdüğüm düşlerim.
Kaybetmemek ve kaybolmamak adına nasıl da çakıl taşları serptim yürüdüğüm o
yalnız ve karanlık yola. Olur da günün birinde yolum yine düşer de kaybolmamak
adına tüm uğraşım. Hoş kaybolacağım kadar kaybolmuşum o çıkmaz sokaklarda.
Acaba bir gün yeniden
bulur muyum ki kendimi? Elbet, bulurum. Keza hep de bulmuşumdur. Biraz sabır,
biraz metanet bana gereken. Bir de geçmişin anımda yarattığı o esinti ve ara
ara hissettiğim düş kırıklıkları.
Ne çok şeyin ve ne çok
insanın özlemi bağrımı yakmakta. Kim bilir belki de bir düş ötesidir tüm
hissettiklerim. Sahi mümkün mü uyanıkken düş görmek? Evet, mümkün ve öyle
inanılmaz ki…
Hep o ilklerle avunur
gönül. Ve beklenmedik sonlarla kapanır perde.
Ya geride kalan… Hoş
bir seda...
Gözlerden uzak, sır
perdesinin örttüğü bir çocuk masumiyeti kadar saf ve temiz elimde tek kalan.
Her şey ve herkes
kolaylıkla kirlenebilir. Ama siz hiç kirli bir sevda gördünüz mü?
Ya sevginin
kutsallığını kim yadsıyabilir ki? Hele ki buram buram yalnızlık ve özlem
kokuyorsa…
Zararsız ve bakir
topraklarda şekle ve biçime bürünmeyen, kendince yol bulan bir akıntı gibi
adeta: Temiz, berrak ve bir o kadar da ulaşılmaz. Zaten güzelliği de burada
değil mi? El değmemiş ve kirletilmemiş. Tıpkı dünyaya gözlerini açan yeni
doğmuş bir bebek gibi. Olabildiğince içten, saf, duru, yalın ve bir o kadar
insanın içini ısıtan.
Kısaca sevginin
türevleri. Sevginin hangi türevi muazzam değil ki… Hayatı yaşanılır kılan ve
yolumuzu aydınlatan…