VAY KEMELER VAY!
O
zamanlar henüz on yaşında bir çocuktum. 1968 kuşağı derlerdi onlara… Ülkemizdeki Amerikan
sömürüsüne “Go Home!” diye büyük pankartlar eşliğinde sol ellerini kaldırıp,
bağırarak yürürlerdi. Babamın Siyasal Bilgiler Fakültesi karşısında kurduğu
Doğan Yayınevi’mizde ilk bastığımız kitapta SBF Hocalarından Prof. Dr. Türkkaya
Ataöv’ün “Amerikan Emperyalizminin Doğuşu” adlı kitabıydı… Ve ardından Fikret OTYAM,
Mümtaz SOYSAL, Alparslan IŞIKLI, Hasan Hüseyin KORKMAZGİL, Simone De BEAUVOİR ve daha birçok yazarın otuz
altıyı aşkın kitabını basmıştık.
Ve ne yazık ki, basılan bu kitaplarımızın tümü, 12 Eylül
darbesinin ertesi günü ben askerdeyken, babam ve annem bir gecede hepsini
yırtmak zorunda kalarak dört kamyon dolusu kitap, okurlarla bulaşamadan SEKA’ya kâğıt olmuştu…
Şimdi kim bilir kimlerin önünde boş sayfadır!
SBF’nin önünden geçen Cemal Gürsel Caddesi’nde öylesine
öğrenci olaylarına şahit oldum ki, şu günlerdeki teknoloji elimde olsaydı,
ilginç bir belgesele de imza atmıştım. Hemen hemen her gün bir olay olur,
öğrencilerle polisler birbirine girer, taşlar havada uçuşurken hangi ağacın
arkasına saklanacağımızı bilemezdik. Öyle zaman olurdu ki, kitapçı dükkânımızın
kepenklerini kapatsak da kurşun adres sormadığı için yan komşumuzun çiçekçi dükkânından
içeri girip, aynanın iz düşümünde sürüklenirdi…
Demirel boşuna söylememişti “Yürümekle Yollar Aşınmaz! Diye..
İnsanlar yürürdü geniş caddemizde… Kimi zaman ellerinde boş tencere, kimi
zamanda pankartlara yazdıkları talepleriyle… Zamlara karşı çıktılar on binler…
Polisler o dönemde yürüyenlere pek dokunmazdı. Yalnızca yürüyenlerin her iki
tarafında emniyet şeridi oluştururlardı… O zamanın polisleri her yürüyene veya
protesto edenlere hemen biber gazı sıkmazdı. Biber denildiğinde biz onu
yalnızca Perşembe pazarımız da görürdük (!)
Kitaplar demiştim, işte onlar benim dünyamdı… Onların
kokusunu çekerdim içime, yazarların babamla yaptığı düşünceleri beynimde
dolaşırdı. Ve kitapların içinde yoğrularak bugünlere geldik. Geçenlerde Bursa
12. TÜYAP Kitap Fuarı’nda üyesi bulunduğum BUYAZ Derneğimizin standında ikinci
kitabım olan “Mor Gözdeki Hüzün” adlı öykü kitabımın imzasındaydım. Henüz standın
birinci gününde bir ağabeyimle tanıştım. Adının Rahmi DEDE olduğunu söyledi.
Kendisi emekli öğretmendi. Sohbetimiz okurların kitaplarımıza bakması arasında
ilerledi. 12 Eylül Darbesi günlerine geldiğinde yüzü buruştu. Ömründen koca beş
yılının nasıl geçtiğini küçük puntolarla anlattı. Anlattıkça gerilmişti.
Kitabımın yanında onunda “BALIMIZA TUZ ATTILAR” kitabı vardı. Bana da imzaladı.
İlgiyle bir solukta okudum.
Ve 12 Eylül günü bende darbeciydim (!) Durun öyle üst
komutanlardan değildim. O yıllarda
hiyerarşinin emriyle gecenin saat birinde “Koğuş Kalk!” emriyle bölükçe uykulu
gözlerimizle neye uğradığımızı şaşırmıştık. Yağmur o gece şiddetliydi. Gökyüzü
gelecekten olup bitenleri biliyordu. Dışarıda tüfeklerin ay ışığında parlayan
bölümüyle birlikte kımıldamadan yüzbaşının karşısında esas duruştaydık. Gece
eğitimi diye düşündüğümüz esnada Yüzbaşı “Ordumuz yönetime el koydu, ülkemize
milletimize hayırlı uğurlu olsun” dediğinde olup biteni koğuşa geldiğimizde
anlamıştık. Radyo’da yine Hasan Mutlucan’ın türküleri vardı.
O günden sonra askerlik farklıydı. Yemekhane’deki siyah
beyaz televizyonda gördüklerimiz toplanan anarşist lakabını taktıkları
insanların tutuklanma sahneleri ve Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve ekibinin
sürekli konuşmalarıydı. Bölüğümüz o
günden sonra farklı görevlerdeydi. Kimimiz Edirne Kapı Kule sınır kapısında,
kimimiz Yunanistan’dan olası gelebilecek saldırılara karşı konuşlanmıştık.
Neyse şimdi gelelim Rahmi DEDE’nin “BALIMIZA TUZ KATTILAR”
adlı kitapta anlattığı o ilginç anılarına…
İşkence
olmadan insanlar insanca sorgulanamaz mıydı? İnsanlar yeryüzünde
öğrendikleriyle insan olurlar… Kendilerini öyle ifade ederler. Kimisi Komünizmi
benimser, kimisi kapitalizmi, kimisi de ikisinin ortası bir sistemi… Sistemler
karışıktır dünyada… Herkes kendi mücadelesinin peşinde… Patronlar işçilerin
kendilerine sundukları emek birikimlerini, çalışan işçiler ise emeklerinin haklarını
korumanın peşindedirler. İşte bunların savaşıdır tarihte süregelen mücadele… Hiçbir
rejim yaşatmak istemez karşısındaki rejimi… İnsanca yaşamın istediğidir tüm
yapılanlar… Yani kısacası ‘kral ve köleler’in savaşıdır aslında içimizi
acıtanlar…
Rahmi
DEDE’nin kitabında en ilgimi çeken ve üzüldüğüm bölümler bir insana yapılan
işkencenin türleriydi. Okumuş, aydın bir insan olmayı bırakın hangi insan üç
metre derinliği ile iki metre eninde ve varla yok arasındaki mum ışığı
aydınlığında, tuvalet kokusu içindeki bir hücrede kemeyle birlikte bırakılırdı?
Hangi insan Filistin askısına asılarak
baygın hale getirilirdi! Şimdi sizlere kitaptan aldığım notları paylaşmak
istiyorum:
“...
İnsan özgür oldukça insanlaşırmış. Özgürlük kendimizi tanıtmanın gördüğümüzü,
bildiğimizi anlatmanın, yenilikler yaratmanın açıkçasıymış… Esaretten medet
umanlar da esaretin olduğu yerde insanlar doğruyu seçemez, bilgiye ulaşamaz
duruma düştüklerinin bilincindeydiler…”
Sürekli
damla sesleri…
“…Hücrede üç metre derinliğinde, iki metreye yakın eniyle
karanlık bir oda. Tavanda yanan solgun ışıklı gece lambası, Penceresiz karanlık
dehliz olan bu yerin kapısı demir dökümden sıkı örgülü çelik tellerle yapılı…
Demir divan kapının arkasına konulduğundan kapı ağzına dek açılamıyor. Divanda
başınızı kapıya doğru koyarak yatabilirsiniz. Başınızı divanının yanına koyma
şansınız yok. Çünkü orada tuvalet var. Demir ranzaya uzandığınızda karşınıza
kapıya bakan duvar dikiliyor. O duvara küçük bir lavabo tutturulmuş. Lavabonun
musluğundan sürekli damla sesi… Damlalar hücrenin tamamını ıslatmakta. Diz boyu
pislik içindeki hücrede rutubetle birleşen dışkı kokusu ölümcül etki
yaratıyordu…”
Yalnızca
okuduk araştırdık…
“ Öğretmen içinden geçirdiklerini yeniledi; burası hamam
böceklerine ‘merhaba’ denilen, kemelerle (lağım fareleri) yiyecek bölüşen lanet
bir yer. Hırsızlığım yok, arsızlığım yok, insan doğasına saygısızlığım hiç yok.
Düşün alanımda tutarlı olmayı gösteririm. Aydınlanmadan aydınlatamayacağıma
inanırım. Okuyan araştıran, eleştiren, yeri geldikçe kıyaslamaları
gerçekleştiren olmaktan gurur duyarım…”
Vay
Kemeler Vay!
“… Sağ ayağımın başparmağı acıdı. Ağzını ayak başparmağıma
dayamış, uzun çıplak kuyruğunu öteye beri sallayarak parmağımı kendine doğru
çeken iğrenç kemeyi gördüm. Korktum. İğrendim. Aklımı oynatacak haldeydim. Bağırarak
ayağımı hızla sarsmamla keme atladı. Tuvalet deliğine girdi. Ayağımdan
çıkardığı çorabı da beraberinde götürdü.
Ve daha koğuşta olup bitenler ile koğuşta kalanların
hayalleri, birliktelikleri ve yaptıkları o müthiş savunmaları sonrasındaki
yaşamları öğrenmek istiyorsanız size değerli dost Rahmi DEDE’nin telefonunu
vereyim, kitabını kendisinden
edinebilirsiniz. 0 535 764 71 45
Kimsenin düşüncelerinden dolayı yargılanmadığı, hor
görülmedi ve insanca mutlu bir şekilde yaşamaları dileğimle…
Ertuğrul
Erdoğan
Nisan
2014/Bursa