KİTAP
FUARINA BOMBA DÜŞTÜ!
Bir gün öncesinden standımızı düzenlemek için 14. Bursa Kitap Fuarı’na
gittim. Yayınevleri, kitaplarını
kolilerinden çıkartıp stantlardaki yerlerine yerleştiriyorlardı. Malum,
Suruç’tan başlayan, daha sonra da Ankara’ya üç kez uğrayan canlı bombaların
etkisi, fuar girişlerine konulan yeni güvenlik cihazları ve alınan yeni
önlemlerle kendini belli ediyordu.
Fuarlar, yazarlar ile okurların
bayramıdır. Bizler de fuarın ilk günü
“Edebiyatçılar Derneği” adı altında standımızdaki yerimizi yazar arkadaşlarla
birlikte aldık. Geçen sene birlikte olduğumuz stant komşularımızdaki kalem dostlarıyla
bir araya gelmenin mutluluğunu yaşadık. Cumartesi günü olmasına rağmen
ilerleyen saatlerde az sayıdaki okurlar stantlara yaklaşmaya başladılar.
Canlı bombalar, masum insanları parçaladıktan sonra onların korku
bulutları ülkemizin her yanına dağılmış ve insanlarımızda tedirginlik
yaratmıştı. AVM’ler başta olmak üzere
kalabalık yerler hemen hemen boşalmış, insanlar evlerine kapanarak pisipisine
parçalanmaktan uzak durmak istiyorlardı. Terör ve canlı bombaların korkusu
kitapları da ürkütmüştü. Kitaplar,
stantlarında dokunulmayı, sayfalarını okurlarına göstermek hatta koltuk
altlarına alınarak önce beyinlere daha sonra da kitaplıklardaki diğer
arkadaşlarının yanına konulmak istiyorlardı. Olmadı… Geçen yıllar insanların
omuz omuza ve kalabalıktan yavaş ilerlediği fuarda hareket yoktu.
Yazar arkadaşlarla birlikte stantta
edebiyat, sanat ve siyaset konuşuyoruz… Terörün fuarı da etkilediğinden
yakınırken karşı stantta görevli bir arkadaş: “İstanbul İstiklal Caddesi’nde yine canlı bomba! İki ölü var!” dediğinde
beynimizden kaynar sular döküldü! Yutkunduk… Yanımdaki yazar arkadaşıma, “Ülkemiz nereye gidiyor?” dedim. Daha
sonra ne yazık ki iki denilen ölü sayısı altıya çıkmış onlarca da yaralı
vardı. Ertesi günü okur sayısı daha da
düşmüştü. Fuar, çalışanlarıyla yazar
sayısı, okur sayısını geçmişti!
Hafta içi eskiden fuarda öğrenciler
cıvıl cıvıl kuşlar gibi öterdi. Ellerindeki kitaplarıyla oradan oraya koşarlar,
sonra da ışıldayan gözleriyle stantların önüne yığılırlardı. Onlarla öylesine
güzel sohbet eder, kendilerinden beklenmeyecek derecede ilginç sorularına
yanıtlar verirdik. Şimdi onlar yoktu. Çocukların cıvıltıları yerine, peş peşe
yapılan anonslarda plakalar söylendikten sonra “Lütfen aracınızı bulunduğu yerden çekiniz!” uyarısının ekosunu duyduk.
Okul yönetimleri terör nedeniyle öğrencilerini fuara göndermiyorlardı.
Nedense bizim okurların
çoğunluğu kitaplara karşı biraz yabani duruyorlardı. Sanki fuara değil de
sahilde gezintide gibiydiler. Kitaplara
dokunmak, arka kapağındaki açıklamaları okumak ve birkaç satırı göz gezdirmek
ve yazarı varsa ondan bilgi almak zahmetine bile girmek istemiyorlardı. (Sıkı
okurları tenzih ediyorum.)
Fuarda birkaç olayla karşılaştım.
Onu sizlerle paylaşmak isterim. Fuarın
dördüncü gününde standımızda çayımızı yudumlayarak yazar arkadaşlarla
sohbetteyiz. İki kadın yaklaştı. Bir taraftan kitaplarımızı incelerken diğer
taraftan sohbet ediyorduk. Zayıf olanı,
avukatlık yaptığını söyledi. Ve yirmi beş yıldır haber izlemediğinden
bahsedince, yazan arkadaşlarla birbirimize şaşkınca baktık. Dünyadan bir haber ve avukatlık mesleği!
Olacak gibi değildi! Ondan önceki gün,
nasıl olduysa İmam Hatip Okulunun kız öğrencileri hocalarıyla birlikte
standımızın önünden geçiyorlardı. Genç öğretmenlerini standımıza davet ettik.
Hocamızın başında fötr şapka, kulağında küpe, kot mont ve pantolon… Kendisi Görsel Sanatlar Dersi’ne
giriyormuş. Gayri ihtiyari sordum: “Hocam, bu kıyafetinize okul yönetimi bir
şey söylemiyor mu?” , Hocamız, “Hayır, ben karşımdakinin sakalı olunca
karışıyor muyum? Bana kimse karışamaz. Ben dört müdür harcadım. Beni
öğrencilerim de velileri de sever. Ben ateistim. Atsınlar, umurumda değil” diye
yanıt verdi. Kendisinin dövme sanatıyla
da ilgilendiğini ayrıca belirtti.
Özgürlük gibisi yoktu… Bence de kimse kimsenin giyimi ve kuşamı ve
fikirleriyle yargılanmamalı ve yönetimler bunu baskı aracı olarak da
kullanmamalıydı. Yalnızca insanların topluma ürettikleri faydalı şeyler ile
insanı değerleri ön planda olmalıydı…
Evet, şimdi en can alıcı hikâyeye
geçiyorum…
Standımıza bir kadın ve kızı
yaklaştı. Kadın başörtülü ama sıkma değil, kızıl saçları aralarından
görünüyordu. Giyimi ise moderndi. Kızı ise zayıftı. Yüzünün çukurlarına ezilmişlik
yerleşmiş, sanki “benim sorunlarım çok
büyük” diyordu. Kitaplarımıza baktılar. Annesine, “Sonrasız Kadınlar” adlı kitabımdan bahsettim. “Kadın şiddetiyle hayatları karartılanların hikâyesi” dedim. Bana
gözlüğünü aşağıya indirip uzunca baktı ve “Ben
de bunlardan biriyim” dedi. Dertli olduğu belliydi. Anlatmaya başladı: “Ben çok kitap okurum. İlkokul mezunuyum.
Kocamla beni görücü usulüyle evlendirdiler. Onunla son dört yıldır bağları
kopardım. Komşularımız birbiriyle
dedikodu ederken ben, balkonumda sürekli okurum. Hatta kurslara gittim. Hem
bilgisayar kursuna, hem diksiyon kursuna… Bir ara İngilizce kursuna da gittim
ama onu beceremedim.” dedi. Yazar
arkadaşlarla onları stant gerisine davet edip yuvarlak bir masa yapıp
sohbetimizi daha da derinleştirdik. Konuştukça dertleri ortaya seriliyordu.
Kocasının işçi emeklisi olduğunu ve hiç kitap okumadığından bahsetti.
Kızı, annesiyle gurur duyduğunu
belirtirken onu okumaya teşvik etmiş ve aydın bir kadın yaptığını, heyecanlı
konuşmaları arasında söylüyordu. Bu sözler üzerine, yazan arkadaşlarla kitaplarımızı ücretsiz
imzalayıp verdik. Çok mutlu oldular. Kızı, İzmir Ege Üniversitesi Kimya
Bölümünün 2. sınıfında okuduğunu söyledi. Babasından ve ağabeyisinin bağnaz
davranışlarından dert yanıyordu. Evde kutuplaşma olduğunu, babasının kitap
okumadığı gibi ağabeysisiyle birlikte annesi ve kendisine her yönden baskı
yaptığını belirtti. Kız, anlattıkça gözlerinden süzülen yaşlar hızlıca
dudaklarının kenarından aşağıya doğru kayıyordu. Gözyaşlarını silmeye çalıştım. Ona “Sen güçlü olacaksın. Bundan sonra
olumsuzlukları beynine sokmayacaksın. Derslerine sıkı sarılıp okulunu biran
önce bitirecek, daha sonra iyi bir işe girerek anneni de kurtaracaksın.” diye
teselli verdim.
Ekonomik özgürlüğü olmayan anneyle
kızı, standımızdan mutlu ve umutlu ayrılmışlardı.
Fuarın son günü hafif bir kalabalık
göründü… Uğultular arasında akşam oldu. Okurlar yavaşça fuarı terk etti…
Kitaplar kutularına konuldu ve ardından ışıklar söndü... Gün ağarınca temizlikçiler geldi, yerlerde kalan kâğıtlardaki kelimeler havada
uçuştu…
Sanat, siyasetin çirkefliğini bir
gün mutlaka yenip dünyayı güzelleştirecektir. Çünkü sanat siyasetten güçlüdür…
Kitapsız kalmayın…
Ertuğrul Erdoğan
28 Mart 2016/ Bursa