Çocukluğumda
Ankara’daki sağ-sol çatışmaları, hava kirliliği yoğun olan şehir hayatından ve
yayınevimizdeki iş temposundan uzaklaşmak için yaz aylarında büyükbabamın
emekliliğinden sonra oturduğu kasabadaki iki katlı evine on veya on beş günlüğüne
giderdim.
İlk
köy hayatını orada tatmıştım. İnekle çekilen altı çakmak taşı dediğimiz düvenin
üstünde güneşin parlattığı samanların üstünde kayarak gitmenin keyfi bir
başkaydı. Orak nedir, orada öğrenmiştim. Ankara özlemi olan birçok arkadaşım
olmuştu. Onlara saatlerce Ankara’yı anlatsam bıkmazlardı. Sabahları farklıydı
kasabada uyanmak… Horozların ötüşü de bir başkaydı. Uyuduğum odanın perdesinin
arasından süzülen günün ışıkları bugünler gibi karanlık değildi! Aydınlıktı…
Umuttu… Ah o kara trenin sesini yatağın içinde yarı uykulu gözlerle dinlemek de
ne hoştu… Hele bir yere geldiğinde öylesine yüklenirdi ki kara kömüre, sanki
ciğerleri parçalanır zannederdim…
İşte
o kara trenin uğradığı Ankara Garı…
Yurdumuzun
güzel diyarlarından “Barış” diye yola çıkan insanların gözlerini kör ettiği,
kollarını ve bacaklarını parçalayıp, insanlığından ayırdığı o bombalar… İşte o
bombalar ki, ‘Barış’ çığlıklarını haykıracak insanların kulaklarını bile sağır eden
çığlıkları, toz duman arasında kaybolup
gidecekti… Ya barış güvercinleri? Onların da bembeyaz tüylerine bulaşan kan
lekeleriyle bir köşeye sığınamadan küçücük bedenlerindeki ciğerleri paramparça
olacaktı.
Olay
yerinde bir doktor anlatıyor: “Belki
sevgiliydi, belki kardeşi, belki de arkadaşı… Müdahale etmeye çalıştım, nabzını
kontrol ettim, ‘yan çevirelim’ dedim, erkek ‘bacağım’ diye, bağırdı. Pantolonunun üzerinden elimle
bacağındaki kırığı hissedebiliyordum. O güzel kadın belki de patlamanın
etkisiyle ilk anda ölmüştü… O güzel adam ona sarılmayı hiç bırakmadı… Bir şey
yapamadım…”
Ve
Sabahat Yıldırım adlı bir öğretmenin duygulu satırları: “Ankara’daki hain saldırıda öğrencimi kaybettim. Acım sonsuz. Sevgili
öğrencim Muhammed Veysel Atılgan, küçücük bedeninde taşıdığın kocaman yüreğine
“Barış” dediğin için babanla el ele katillerin hedefi oldun. Başkentin
göbeğinde faşist saldırıya maruz kaldın. Arkadaşlarınla daha dün mendil kapmaca
oynarken ki coşkun gözlerimin önünden gitmiyor. Şimdi söyle güzel gözlü ve
yürekli çocuğum, nasıl anlatayım arkadaşlarına “Barış” sözünü kullanmadan
anlatırsam eksik olur, “Barış” dersem peki arkadaşların sormaz mı ‘Barış ölüme
eş mi öğretmenim?’ diye. Küçücük bedenin ağzı salyalı katillerin hangi
egolarını tatmin etti acaba? Güzel gözlü, güzel yürekli oğlum, sana söz,
oturmaktan hoşlandığın o cam kenarındaki yerin hep senin olacak. Barışın
güvercini sensin artık benim için…”
Onlarca ölü ve
yaralıların ardından herkes terörü kınadı ve bunu yapanlara lanet okudu… Olması
gereken de bu. Ancak, terör neden
Ortadoğu ülkelerini esir aldı? Bu terörü besleyen kaynaklar nereden geliyor?
Onları taşeron olarak kimler kullanıyor ve eğitiyorlar? Ülkemiz teröristlerin
tonlarca bomba yatağı ve ağır silah deposu oldu… Teröristlerce karayollarına
döşenen tonlarca bomba düzenekleri yerleştirilirken neden uyuduk? Onları ülke
içine kimler getirdi? Getirirken, sınırlardan bir cep telefonu bile geçirmek
büyük bir zahmet iken, güvenliğimizi ilgilendiren bir kilo, on kilo, değil,
tonlarca bombalar ülkemize nasıl girebildi? İşte bu sorular üzerinde
yoğunlaşmamız gerekir. Bu bir… İkincisi
de, bu bomba ve ağır silahları teröristlere hangi ülkeler veriyor ve onlara bu
desteği sağlıyor? Yoksa canlı bomba kimmiş? Bunun ne önemi var ki?
Yazıklar olsun insanlığa kıyanlara!
Terör, nereden gelirse gelsin, lanet olsun!
Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların
yaşama umudunu kıranlara da ayrıca yazıklar olsun!
Ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar
diliyorum…
Umutsuz olmak yok! Gün gelecek, ülkemde gerçek
demokrasi olacak!
Ertuğrul Erdoğan
13 Ekim 2015 /Bursa