Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 95. yılı kutlamalarının TBMM’deki
resepsiyonu, Güneydoğu’da terör nedeniyle şehitlerimiz bahane edilerek
kutlanmamasına şaşırmadım. Çünkü daha önceleri de Ulusal Bayramlarımız için bu
tür girişimler yapılmıştı. Şehitlerimiz
sonsuzluğa uğurlanırken yakınlarının, “Ağlamayacağım! Teröristleri
sevindirmeyeceğim!” diyen haykırışlarını televizyonlarda hep birlikte izledik.
Böylesi Ulusal Bayramların kutlanmaması doğru mudur? Bence hayır! Bunu yapmak düşmanları daha da sevindirir. Hem
şehit olanlar, çocukların ellerindeki bayrakları ve o gülen yüzleriyle birlikte
bayramlarını kutlamalarından dolayı ruhları mutlu olmaz mıydı? Onlar ne uğrunda
ölmüşlerdi? Vatanları için değil
miydi?
Ama Cumhuriyetin ve
Ulusal Egemenliğin sonsuzluğa doğru yaşayacağına inanlar, ulusal bayramlarımızı
çocuklarıyla birlikte her ne olursa olsun yine de yürekten kutlayacaklardır. Şimdiden
çocuklarımızın ve ulusumuzun bu önemli bayramını yürekten kutluyor, bunu
bizlere sağlayan Başta Atatürk olmak üzere onun silah arkadaşlarını da minnetle
anıyorum.
Gelelim hikâyemize…
Bu öyle bir hikâye ki buna hep birlikte şahit olduk. Bu hikâyenin adı
“Ergenekon”du. Bu hikâyenin yan ürünü “Balyoz” du. Yani kumpastı… Atatürk ve Cumhuriyet sevgisiyle dolu Asker ve
gazetecilerle birlikte daha birçok görevlerde bulunanların içeride yıllarca
yattığı zamanların hikâyesiydi bu…
Yargıtay, “Ergenekon diye bir örgüt yoktur”
kararını verdi. Askerlere kumpas yapıldığı tescillenip adalet yerini geç de
olsa sonunda buldu.
Önce bu dava niçin
başladı? Kimler başlattı? Bu konuda kafa yoranların bilmeyeni yoktur. İktidarca
“Ne istediler de vermedik” denilen ve daha sonra “paralel” adı verilen örgüt yapılanması
yıllar öncesinden sinsi sinsi yayılarak devletin her kademesine sızmıştı. Çünkü
yıllardır sermayelerini de güçlendirerek din eksenli devlet yapılanmasını hayata
geçirebilmenin çalışması içindeydiler. Ordu’ya Emniyete, Yargıya ve devletin
her kademesine sistematik bir şekilde yuvalanmışlardı. Bu davayı
senaryolaştıranların eseri olduğunu ve onlarca kumpas kurularak yapıldığını; o dönemin iktidarı daha sonra “Aldandık” diye belirtmişti.
Her şey 12 Haziran
2007 yılında bir ihbarla başladı. Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında 27
adet el bombasının yakalanması ve bu bombaların Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan
bombalarla aynı seriden olduğu belirtilen dava, yurt dışına kaçan ve o dönemde
altına zırhlı Mercedes verilen Zekeriya ÖZ’e verilerek başlandı. Adı da
“Ergenekon” konmuştu…
Orgenerallerinde
aralarında bulunduğu değişik rütbedeki askerler, sabaha karşı evleri aranarak
çocukları ve eşlerinin gözleri önünde elleri kelepçelenerek tutuklandılar. Ardından parti yöneticileri, gazeteciler,
Atatürkçü Düşünce Derneği Üyeleri, Ticaret Odası Başkanı, Üniversite
Rektörleriyle görevlileri, hükumeti eleştiren dergi yöneticileri, hatta Sisi
lakaplı Seyhan Soylu, Sanatçı Nurseli İdiz, eski belediye başkanı, derken, tutuklananlar 1 nci, 2 nci ve 10 ncu dalga
olarak değerlendirildi.
Adres Silivri’ydi…
CD’ler üzerinden (sahte oldukları daha sonra tescillendi) Davalar görülürken onlara destek verenler cezaevinin
önünde toplandılar. Kalabalıkların haykırışlarına polisler, biber gazı ve coplarını kullanarak ortalığı
toz dumana kattılar.
Dava, toplumda
ayrılıklara yol açmıştı. İktidar tarafı
davanın Savcılığını üstlenirken, muhalefet ise Avukatı olmuştu… Demeçler verildikçe,
tutukluların suçluluğu topluma algı
operasyonu gibi yansıtılıyordu… Yandaş basın durur muydu? Onlarda siyasilerin
demeçlerinden aldığı kuvvetle televizyon kanallarında yaptıkları programlarında
verip veriştirdiler tutuklananlara… Hatta Rasim Kütahyalı denilen gazeteci
(bana göre değil) davaya bakan Savcı
Zekeriya Öz’ün heykelinin bile dikileceğini belirtmişti. Tutuklananları yargılanmadan
suçlu ilan ettiler… Kanallarında
konuştukça ve gazetelerinde yazdıkça, iktidara oy veren veya vermeye meyilli
olanları bile ikna etmeyi başarmışlardı…
Yıllar geçtikçe konu
ısıtılıp ısıtılıp seçim meydanlarında siyasilerin malzemesi oldu. Meydanlarda
anlatıldıkça oylar cebe girdi.
Tutuklananlar mı? Onlar haksız
yere tutuklandıklarını bildiklerinden içeride birbirine kenetlendiler. “Asker
aç da kalır, susuz da…” diyerek onurluca direndiler. Morallerini yüksek
tuttular… Bazıları iftiralara dayanamadı, kansere bile yakalandı… Kitap yazdılar. Yakınları üzüntülerinden hasta
oldu. Hatta bazıları da öldü… İzinle cenazelerine katıldılar. Çocuklarını
özlediler… Mesleklerini özlediler… En önemlisi de özgürlüklerini özlediler… Dışarıya
sürekli umutlarını “selam” diye gönderdiler…
Sahi unutuyorduk...
Bu davanın başlangıcında kod adı İpek olan ve 2001 yılında otomobil
dolandırıcılığı ile tutuklanan, ajan, gazeteci, televizyoncu olan ve Gülen Cemaati ile
İşçi Partisi içine sızarak edindiği bilgileri dönemin MİT Genel Koordinatörü
Mehmet Eymür’e sızdıran Tuncay Güney diye birisi vardı… O dönemlerde sürekli
televizyonlara çıkıp Ergenekon konusunda konuşuyordu… Hatta Kanada’ya kaçarak
oradan da zaman zaman televizyon programlarına katılarak konuşmuştu. Sanık
mıydı? Hayır. Tanık mı? O da değildi? Yalnızca firari şüpheliydi. Şimdi neler
yapıyordur? Kırmızı bültenle aranıyor mudur? Türkiye’ye getirilecek midir? Zira
kumpasın şifreleri onda gizliydi…
Genel Kurmay Başkanı
İlker Başbuğ bile terör damgası ile tutuklanarak cezaevine girdiği ortamdaki gelişmeler
gözlerimizin önünde yaşanırken, ülke olarak seçimlere girdik. Davanın
Savcılığını üstelenen iktidar,
demeçlerinde ve seçim meydanlarında seçmenlerine Ergenekon davasını
propaganda aracı olarak işledi.
Tutuklanan askerler, seçmenlerin gözünde aşağılandı. Davanın
Avukatlığını üstlenen CHP, meydanlarda AKP’lilerce “Ergenekon” damgasıyla seçmenlerine
şikâyet edilerek oylar alındı.
Sonuçta dava düştü…
Askerler aklandı ve
her biri haklı olarak devlete tazminat davası açarlarken birçoğu da haklı
olarak milyonları bulan davaları kazanıyorlardı. Milyonlar bile onların içeride
yattıkları saniyelerin karşılığı olamazdı. Çünkü gelecekleri ve hayalleri karartılmıştı.
Ancak, devletin bütçesinden çıkan bu paraları kimler ödeyecekti? Bu kararları
verenlerin hiç mi suçu yoktu? Veya oy almak için davanın Savcılığına soyunan ve
demeçleriyle oy alarak iktidara gelen siyasetçilerin hiç mi suçu yoktu? Ya
seçmenler? Onların oylarında vebal yok muydu?
Siyasiler, aldıkları maaşlarında, unvanlarında haksız yere yatan asker
ve perişan olan yakınlarının vicdanlarını yüreklerinde hissedebilecekler miydi?
Aslında kimse de
kabahat yoktu! Suçlu olan yalnızca İtalyan Siyaset Bilimci ve düşünür
Machiavelli’ydi! O, “güçlü bir yönetim biçiminin oluşturulması gerekliliktir.
Bu amaca ulaşmak için başvurulacak araçların etik (ahlaki) ilkelerle bağdaşması
her zaman mümkün olmayabilir.” düşüncesini ortaya atmamış olsaydı. Bugün siyasiler
daha etik konuşmalar yapabilecekti!
İşte, iktidarın bu
konuda söylediği “Aldandık” cümlesi de
Machiavelli’nin sözleri arasında kaybolup gitmişti… İleri de tarih bütün
çıplaklığı ile gerçekleri gelecek nesle mutlaka anlatacaktır.
Geçmiş olsun haksız
yere yatanlara…
Ertuğrul Erdoğan
22 Nisan 2016/Bursa