Soğumuş ve demsiz çayın
ağızda bıraktığı tat gibi yoksunluk. Okul çıkışı kapı önünde yaka paça dağınık
afacan bir çocuğun terk edilmişliğindeki hüsran gibi sensizlik.
Soğuk ve titrek ellerim
acı içinde toprağı kazmaktan. Gidip gideceğim son durak ne de olsa. Erken ya da
geç ne fark eder ki…
Oldukça zaman geçti
üzerinden ama hala acı içinde inlemelerin eşliğinde o kumrunun canhıraş
çığlıkları gitmiyor kulaklarımdan. Mutfak penceresine yuva yapan o çaresiz
anne. Günlerce kalkmadı kuluçkadan. Ve bir sabah gördüm ki iki ufacık yavru
gözünü açmış dünyaya. Görmeye değerdi o yavruları. Öylesine aciz öylesine
küçük. Ama sadece bir gün yaşadılar biliyor musun. Kuru dallar kayıp gidince o
iki yavru da ebediyete intikal etti. Anne kumrunun çırpınışları ve cama vuran
kanatlarının acısı inanılmazdı. Öylesine çaresizdi ki…
İyi bilirim
çaresizliğin anlamını. Ne TDK’da geçen anlamı yeterlidir ifade etmeye ne de
arkası yarın dizilerde rol kabiliyeti olmayan o dizi oyuncularının timsah
gözyaşları.
Çaresizlik nasıl da nükseder
gece karanlığında ve nasıl yakar derinden, içten içe.
Yetinmeyi bu yüzden hep
baş tacı yapmışımdır. Olmayana üzülmek değildir derdim olanı idare edip
şükretmek. Sanırım genlerimden geliyor bu yetinme huyum. Zira kocası genç yaşta
ölüp gittiğinde bir başına kalmış üç çocuklu asil bir kadının torunuyum. Savaş
zamanı onca yoksunluk ve hiçlik eşliğinde üç çocuğunu tek başına büyütmeye
çalışan bir kadın ve kısa zaman zarfında iki evladını kara toprağa emanet eden
bir ana.
Ne bir anneyim ne de
yeni yetme bir çocuk ama diğer yandan hem anneyim hem de şefkate ihtiyacı olan
bir çocuk. Nasıl bir çelişki ise artık… Bunun için de ne ağlamaktan yüksünürüm
ne de sevmekten utanırım. Sevmeyenler utansın. Aslında utanmam gereken pek bir
şey yok hayatımda yarım kalmış terk edişleri saymazsam. Hayır, anladığın gibi
değil o terk edişler: Ne bir aşk acısı ne de hüsranla biten bir aşk hikâyesi.
Anlamam ki bu tip ilişkilerden. Olsa olsa uzaktan seyrederim ya da içimde yaşar
yaşatırım. Ne de olsa olması gerektiğinden fazladır korunaklı dünyam ve kapısı
kilitli.
Tasavvur edemediğim ve
anlatmaya mecalimin olmadığı sayısız vaka yaşamaktayım. Biliyorum boğduğumu
zira ben de zaman zaman nefes alamamaktan muzdaripim. Sanırım geniş hacimli bir
oksijen çadırı lazım bana ve bir o kadar sessiz dertsiz bir güzergâh ömrümün
kalanını sürdüreceğim. Yeteri kadar cephanelik de aldım mı tamamdır. Kim bilir
belki sen de ara sıra uğrarsın yolun düşerse. Sahi düşer mi yolun bir elinde
kazma bir elinde kürek yeni siperler açarız kendimize.
Duyuyorsun değil mi
yoksa yine uzağımda mısın? Gitmeni istemedim, istemiyorum da…
Ama sen git, dersen
karışırım karanlığa, hiç var olmamışçasına.
Her şey öylesine
meydanda ki. Kıt kanaat düşlere yelken açmışım, elde var hüsran. Ya da canhıraş
telaşlarla boy gösterdim onca mecrada, kimden ne gördüm kuru bir aferin bile
çok görüldü.
Allı pullu sözler
hiçbir zaman harcım olmadı ve netice itibariyle yüksündüm konuşurken yanlış bir
kelime telaffuz etmemek adına. Sevgiyi kutsamıştı Tanrı ve ödüllendirmişti
kullarını ama ben nasiplenemedim. Irmak kurumadı ama suyu öylesine azaldı ki.
Tasarruflu insanlar ne de olsa nasiplenmemek adına kim bilir belki de
korkutuyorum ve cezalandırıyorum sevdiklerimi sevgimi gözlerine soka soka.
Kıbleye dönük yüzüm ve
hep ellerim açık dualarım dilimde. Her zaman kayırmıştır beni hayat denen zalim
bekçi ama yine de hep bir şeyler yarım kaldı istikrarı beklerken. Ne
uyguladığım stratejiler işe yaradı ne de muhafaza edebildim konumumu.
Yarım yamalak bir
mücadele ya da tamamlama telaşıyla bir hamster gibi sürekli dönüp duruyorum
içine düştüğüm o korunaklı dünyada.
Ve devam edecek
mücadelem. Seninle ya da sensiz.