Rutine bağlanmış bir
döngü nihayetinde.
Var ya da yok diye
tabir edilesi ne çok duygu anlamdan ve anlatımdan nasibini almamış. Nasibini almayan
bir tek onlar olsa gam yemeyeceğim. Ne atıfta bulunmak ne de paye vermek. Ne dâhil
olmak ne de dışında kalmak. Öylesine, başıboş, tedirgin, halis munis belki de
olması gerekenden durağan yeri geldi mi her kim ise tetikleyen mecbur
kılındığım. Biraz yadsımadan biraz örselenmeden ‘’geçip gitse ya’’ deyip de
razı gelmek.
Razı iken rıza
görmemek. Ne acı hibe edilesi duygularımın salkım saçak süzülmesi yaşlar
eşliğinde. Ne şikâyetçiyim ne de acınası. Ne suskunum ne de bağırıyorum içim
yankılansa da duyulmaz iken ve duyduğunu sanırken. Sanı o kadar ya da tasavvur
ettiğim garip bir seyir haricinde tutulduğum. Nazım, niyazım olsa olsa ve hak
görmeyen. Sesim, suretim yok sayılan. Tüm doğrularım mütemadiyen yapılan
yanlışlarla sümen altı edilen. Ne zaman ki düşsem yollara koşa koşa geri
kaçmadım mı terk edilmenin o hicap edilesi tedirginliği ile. Terk edilişler
terk etmelerin buğusu sarmalarken varlığımı. Yokluğumun tecellisi bir o kadar
gerçek ve olası en az varlığının sefasını süremezken.
Ne vardı da eşleşecekti
şu iki kelime… Sefa ile yer değiştiren cefa reva görülen tarafınca ve
taraflarınca.
Bilmez miyim de
bundandır tedirginliğim?
Sormasan da nedir bu
suskunluğum ve sığındığın kabuğun görmezden gelemediğim?
Ne yanlışım var da
mütemadiyen cezalandırılıyorum?
Yasama, yürütme ve yargı…
O zaman nedir bunca karmaşa ve kargaşa?
Kış ortası, güneş
kararsız, sırlı bir gün sırların kol kola gezdiği. Yine de kaçamadığım ahmakıslatan
gelip her seferinde beni bulan.
Kenarları örselenmiş
koca bir kutu içi tıka basa dolu: Ne varsa tıkıştırmışım dünden beri. Hep dünlerde
kalmışım ve hiç varamamışım güne ve ana. Dün bitmiş gitmiş hala sürünüyorum
hecelerde. Hani bugün, hani yarın? Hani yarınlarımız? Çocuk aklı benimki
yarınım yokken nasıl çoğula tekabül edebilirim ki ya da ne zaman ettim ki…
Ruhsal kudretimi idame
ettirmeye çalışırken tükenen ve tüketilen fiziksel kudretim. Nasıl bir
maratonsa ne dur durak biliyor ne de tek bir mola var.
‘’Hadi, ne duruyorsun. Aş
artık şu engelleri durmaksızın…’’
Her yer flu. Herkes
gizemli ben her ne kadar yalın ve net olsam da…
Oksijen tükenmiş iken
nasıl oluyor da hala nefes alabiliyorum. Öğrenilmiş çaresizlik belli ki hâsıl
olan bir o kadar aşina olduğum çocukluktan miras. Hanidir duymadığım o sesler
sürekli beni tahakküm altında tutmaya çalışan. Ben her ne kadar kuralcıysam bir
o kadar yeknesak ve boş vermişlikle geçmekte hayat bir türlü müdahil
olamadığım. Sırnaşık ve yapay yüzlü onca insan sevgi özürlü ve en çok da nefret
ile barışık.
Kötüye ve kötülemeye
meyilli bu rutin ise asla kabullenmediğim. Bu yüzdendir belki de yalnızlığım,
kim bilir…
Narin, naif, nadide bir
çiçek çoktan bükmüş boynunu hala köküne sarılmış…
Sıkılgan, yaramaz bir
kız çocuğu annesinin eteklerine yapışmış…
Kocaman bir yetişkin
bin bir bağnazlıkla ve hoş görüsüzlükle muhatap olmama gayreti güderken
içgüdülerinin ve iç sesinin hükmünde beklerken son celseyi. Ve yitip gitmemek
adına belki de çoktan çıkarılmış gözden. Gözlerimin çapağı, kabuk tutmayan onca
yara ve eşelenen toprak misali alt üst olmuş gönül odam gönül çeşmem çağlarken
kaybolmamak adına her ne kadar çoktan kayıplarda olsa da çoğunun nezdinde…