Anlamsız fazlasıyla da
edilgen bir sürecin izdüşümü iken yöneldiğim minval yine ve yeniden doğan her
yeni güne başlıyorum bin bir umutla. Zafiyeti olsa gerek bu hassasiyetin
yarattığı o çökkünlük.
Bellediğim ne çok dürtü
var yoldan çıkmamak adına hazır olda iken benlik.
Karanlık belki de en
büyük tesellim görünmemek adına içine sığdıramadığım ne çok şey onca kutu kilit
altında yan odada.
Neler neler sakladım da
unuttum bile unutulmuşken bir köşede.
İzafi olmasını
dilediğim varlıklar ve kısık ateşte pişmekteyim hala çiğ hala toy ve nasıl
bedbin.
‘’Dur ve beni bekle…’’
‘’Hayrola sen de
kimsin?’’
‘’Seni hayırsız bu
kadar mı çabuk unutuldum?’’ demesine kalmıyor ki bir pekiştireç ile eklentili o
uzantıda alıyorum yerimi. Oysa yeni kaybolmuştum ve yeni gömmüştüm arda
kalanları.
‘’Sahi…’’derken
kesiyorum sözünü.
‘’Unutan değilim sadece
unutulan…’’
Kınıyor beni attığı o
şuh kahkaha ile.
‘’Hadi oradan. Bak hala
yanındaydım.’’
‘’İyi de sesin soluğun
çıkmayalı çok oldu. Şimdi mi geldim aklına?’’
‘’Ne bekliyordun ya…
Hala anlamadın mı?’’
‘’Cevaplarıma soru ile
karşılık verme alışkanlığından vazgeçmediğin nasıl da belli.’’
‘’Ne sandın… Tamam,
tamam soru yok bundan sonra. Hadi anlat.’’
‘’Anlatacak ne kaldı
ki? İşte karşındayım. Hem sırası değil bunların.’’
Tam o anda peyda olan
kısa boylu bir varlık sızıyor gölgelerden süzülerek tam da aramıza.
‘’Ne kaynatıyorsunuz
hele ki beni çağırmadan nasıl oluyor da sohbet bu denli koyulaşıyor?’’
‘’Sen de kimsin?’’
derken ani bir gök gürlemesiyle ikisi de kayıplara karışıyor.
Boş bir odada olduğuma
vakıf oluyorum açtığımda gözlerimi. Hem boş hem karanlık üstelik boydan boya
cam ile kaplı. Belli ki henüz sabah olmamış yoksa sızardı gün ışığı. Ne bir
lamba var hatta ne de bir düğme.
El yordamıyla
karıştırıyorum ceplerimi ve denk geliyor parmaklarım gazı bitmiş bir çakmağa.
‘’Hiç yoktan
iyidir’’deyip ışıyor oda. Boş da değilmiş üstelik. Ağızları sıkı sıkı kapalı
sayısız kutu ve üzerlerinde adımın baş harfi.
Yoksa kendime aldığım
hediyeler mi bunlar yıllardır biriktirdiğim.
Ne fark eder ki ne de
olsa biliyorum içlerinde neler saklı en az şeffaf ruhumun o göstergesi kadar
ayan beyan ne ile dolu oldukları.
Merak duygum da yitip
gitmiş belli ki.
Çocukluğum geliyor
aklıma o sıkıcı ve yalın yıllarım henüz kayıp vermediğim hatta kayıp duygusunun
anlamı ile henüz tanışmadığım.
Yağmurun başladığını
anlıyorum camlardan akan damlaları görünce. Belli belirsiz iki üç damla yaş
süzülüyor ardından.
Saatin kaç olduğu ya da
hangi yıl hangi mevsim ne fark eder demek bile olası değil bu hengâmede ya da
hangi realite ise kimsenin üzerinde dahi durmadığı. Belki benim de asla
üzerinde durmamam gereken pek çok yanılgı ve tüm yenilgi depreştiren geçmiş ile
kurduğum o silik bağın ışıyan yüzü kadar saf ve temiz.
Yoksa insani olan her şeyden
yoksunlaşmaları mı beni uzaklara iteklemelerindeki o acımasızlık. Kim bilir
belki de benimdir tek suçlu bu denli ehemmiyet vermemden kaynaklanan.
Kafka’ya göre, bütün
insanlığın boyun erdiği ve ‘’insan ol!’’ diye buyuran yasası mı tüm bunları
çağrıştıran.
İroni gücüne sahip olan
bir boşluk mu yoksa algıladığım ne varsa belki de içinde bulunduğum odanın bir
yanılsamadan ibaret olması gibi ya da benim o göreceli varlığım insanların
gözüne batan.
Kapının vurulması ile
kendime geliyorum ve açıyorum gözlerimi ve hiç duraksamadan yöneliyorum kapıya
nereye açılırsa açılsın yeter ki çıkayım şu odadan…