Hicap etmediği gibi üstelemezdi de. Dururdu sakince ve
bakardı ardından gidenin. Gidip de gelmeyen üstelik…
El sallamazdı da ne de olsa bir kez sallamıştı ve almıştı
ağzının payını. Mutlandığı o gün oysa nasıl da inanmıştı hem de körü körüne…
Dağların doruklarında açan kardelen misali tutunmuştu hayata
büyük bir özlemle. Tutunduğu yeni bir hayata merhaba demişti ve kandırılmıştı
kerelerce, çocukça tutarken elini umudun.
Günlerce beklemişti arkasından el salladığı iki yürek
gelecek, diye. Yeni ailesiydi ne de olsa onu bağırların basan-inandırıldığı. Yeni
ebeveynleriydi hatta ilk ve son, en azından manevi anlamda.
Biyolojik annesini görmemişti bile ve bilmiyordu hangi
erkeğin ürünü olduğunu. Annesi olması gereken kadın dahi bilemezken o nasıl
bilebilirdi ki… Seslerini hiç duymadığı, hiç karşılaşmadığı, tek vasıfları
dişil ve erkek kimlikleri olan, anlık bir hevesin peşinde sönen sözüm ona annelik
ve babalık mertebesine erişmiş ama anlamından bihaber iki canlı altı üstü.
Hikâyesini tesadüfen öğrenmişti yurtta kalan ve yaşça büyük
ağabey bellediği iki çocuktan: Üstelik asi ve hırçın iki ağabey. Yurtta
kaldıkları son bir ay içinde didiklemişlerdi müdür babalarının odasını. Sözüm ona
günahlarını bir bir dökeceklerdi anne baba kimliğine sığınan ama vasıflarını
taşımayan onca insan ve günah keçisi o sübyanlar hasret iken aile sıcaklığına.
Kardelen henüz on iki yaşındaydı. On iki yıl değil on iki
asır yıllanmıştı ömür törpüsü bellediği bu düzenekte.
Erken doğmuştu ve on iki hafta kuvözde kalmıştı. On iki rakamı
idi uğursuz bellediği.
Koruyucu ailesi on iki yıl beklemişti çocuk sahibi olmak için
ve kadın on iki kez düşük yapmıştı. Ne zamanki kadın, ölümün eşiğinden dönmüş
akılları gelmişti başlarına geç olsa da. Tanrı, bu harika çiftin biyolojik
yoldan anne baba olmasını istemiyordu zira onlara ulvi bir görev tahsis
etmişti. Bunun bilincine geç de olsa vakıf olmuş ve tutmuşlardı yolunu yetiştirme
yurdunun.
Karı koca adeta bir çiçek bahçesine düşmüştü. Her biri
birbirinden güzel ve pırıl pırıl onlarca çocuk. Pervane olmuştu çocuklar bu
çifti gördüklerinde tek kişi hariç. Kardelen bir köşede melül mahzun
oturuyordu. Daha önce de yurdu ziyarete gelen çok çift olmuştu ve her seferinde
yanılmıştı Kardelen, yanıltmışlardı onu.
Ne diğer çocuklar gibi laf yapardı ağzı Kardelen’in ne de
üstün bir rol yeteneği vardı kızın. Ve hep saklanırdı bir köşeye o…
O doğum lekesini saklamaya çalışırken… Kocaman bir çiçeğe
benzeyen o doğum lekesi. Her nedense insanların tepkisi farklı farklı olurdu
elini yüzünden çekip de o doğum lekesini gördüklerinde. Üstüne üstük gözlerinin
her biri başka renkti. Ne sarı saçları ne yüzündeki masumiyet ne de naif
varlığı önemliydi.
Gelip gidenlerin çoğu fazlaca detaycıydı. Evlerine bir süs
eşyası alacakmışçasına inanılmaz ihtimam gösterirlerdi çocukları tek tek
incelerken.
‘’Benim işte benim,
Ben Kardelen’im;
Soğuğu da severim
Güneşi de.
Ama en çok güneşi.
Kardır benim örtüm
Ve güneş, can damarım.
Ben Kardelen,
Sadece sevgiye muhtacım.’’
Diğer çocuklar cıvıldarken bahçede, bir ağacın dibinde
yazdığı bu şiiri okuyan çocuğu tesadüf eseri duymuştu Elif hanım ve çocuğa
görünmeden dakikalarca seyretmişti Kardelen’i.
Henüz tanımasa da küçük kızı ve daha adı konmamış olsa da birlikteliklerinin
hissetmişti derinden bu çocuğun özel olduğunu.
Farklıydı Kardelen ve bir o kadar suskun. İlk etapta göze
batsa da doğum lekesi gözü alışınca insanın oldukça hoş geliyordu onun bu farklılığı.
Farklılığı sıradanlaştırıyordu her şeyi o konuşmaya başladığında.
Bir gözü siyahtı diğeri kahverengi.
Saçları saman sarısı.
Kadın kararlıydı. Kardelen onların olmalıydı. Tanıdıkça küçük
kızı birbirlerine iyice alışmaya başlamışlardı. Görünen oydu ki uyumlu ve bir
mutlu bir aile olmaya doğru yol alıyorlardı. Süreç ilerlerken hukuki işlemler
başlatılmıştı bile. Evlerinde Kardelen’e özel bir oda hazırlamışlardı. Ta ki
birlikteliklerine çeyrek kala Elif Hanım ve kocası kısa bir seyahate çıkana
kadar…
Kardelen hala aynı şarkıyı mırıldanıyordu:
‘’Benim işte benim
Ben Kardelen’im…’’
İrkildi aniden genç kadın. Belli ki yine gözü açık rüya
görüyordu. Yıllar evveline gitmişti yine durduk yerde. Ne zaman anne ve babası
ile asla birlikte olamadıkları bu eve gelse aynı şey oluyordu. O çocuk odası ve
Elif annesinin dokunuşları ile biçimlendirilmiş eşyalar…
Nasıl nasıl da özlemişti Elif annesini.
Avukatın seslenmesi ile kendine geldi:
‘’Kardelen hanım, hayırlı olsun efendim. Sizin yüzünüzde
beliren her tebessüm onları mutlu kılacaktır. Sizi hep mutlu görmek isterlerdi.’’
Kardelen’in yüzünde gölgeler oynaşıyordu. Sahiden mutlu muydular
acaba gittikleri yerde oysa bu hiç mi hiç adil değildi. Beraber geçirecekleri
uzun bir ömür onları beklerken nasıl da ebedi yolculuklarına intikal
etmişlerdi. Doya doya sarılamamıştı Kardelen, Elif annesine ve manevi babasına.
Yine de biliyordu yanında olmasalar bile malum oluyordu Kardelen’in her
duyumsadığı.
Kardelen bunları düşünürken avukat son bir hatırlatma yaptı:
‘’Fon hesabı her ay düzenli bir şekilde yurt hesabına aktarım
yapacak Kardelen Hanım. Gelirinizin yüzde onu hesaba aktarılacak ve sayenizde
yetiştirme yurdundaki çocuklara burs sağlanacak.’’
‘’Hayır, sayemde değil. Onların sayesinde.’’
‘’Haklısınız. Anne ve babanızın sayesinde.’’
‘’Keşke bu günleri görseydiler…’’
‘’Anne, hadi artık gitmiyor muyuz?’’
‘’Tamam, Elif geldim canım. Şimdilik işimiz bitti. Çiçekleri
unutmayalım kabristana giderken. Anneannenin en sevdiği çiçekleri…’’
‘’Sahi anne. Bu çiçeği ilk kez görüyorum. Nereden buldun ki…
Adı ne? Aa, bak nasıl da bükmüş boynunu.’’
‘’Adını biliyorsun aslında meleğim. Unuttun mu yoksa? Bak
yüzüme ve hatırla bakalım ismini.’’