Sarımsaklı yaşantım, kundura tamircisi
Gavatko’nun karısı sayesinde hovardalık açısından hızlı başlamıştı.
Kundura tamircisi Gavatko usta dükkanında
ayakkabı tamir ederken, eşimi atlatabildiğim her boşlukta ben de Gavatko
ustanın karısı Alniki’nin hassas ruhunu tamir etmeye başlamıştım.
Alniki, fena bir kadın değildi, ama o güzeller
güzeli iki kızının yanı başında sadece bir çaput gibi duruyordu. Yaşın ne
olursa olsun, gözün illa ki, o genç tenlere akıyordu. Çok bilenin biri, her
insanın bilinçaltında gizli bir sapıklık duygusu saklı durur, dememiş mi? Hiç
kimse kızmasın bana; bu iki kızın nasıl birer hiper aktif afet-i figan olduğunu
bilmiş olsalar pek çok erkeğin bilinç altında saklı duran sapıklık duygusu
isyan edebilirdi.
Zaman akıp gidiyordu. Bir gün, sahil yolundaki
barlardan birinin bahçesinde soğuk bir bira içmekteyken bu iki genç aşüfteyi
karşıdan gelirken gördüm. İkisinin kıçında da birer mini etek vardı. Belden
itibaren etek boyu en tıfıl adamın eliyle bile bir karışı geçmezdi. Bacaklar
upuzun birer sütun gibi uzanmışlar aşağı doğru; bir sümüklü böcek topuklardan
tırmanmaya başlasa, popoya ulaşabilmek için tam gün mesaisini o işe harcaması
gerekirdi. Üst tarafları ise çok daha feciydi. O tarafta etekleri kadar bile
bez parçası yoktu. Birer bikini üstü, tamam. Anlaşılan o ki, plajdan
geliyorlardı.
Şimdi, bu ikisini buraya getirmeliydim,
oturtmalıydım masama ve ruhumun yaşlanmak bilmez duygularıyla şiirler
düzmeliydim onlara. Hatta tarih öğretmenliğinin verdiği derin kültür ile tarihi
adamların tıfıl kızlara aşklarını anlatarak beni babaları gibi değil de
aşıkları olarak benimsemelerini sağlamalıydım. Şiirlerimle ilan-ı aşk
etmeliydim kulaklarına fısıldayarak. Hem de her ikisine de; bir ona, bir ona,
çünkü biri için diğerinden, diğeri için birinden vaz geçilemezdi ki bunların.
Ah, ah! Vaz geçtim ikisine birden aşık olmaktan, şunlardan biriyle bir aşk
yaşasaydım da, zararı yok, yüz milyar borcum olsaydı. Öteki kızı da
Sarımsaklı’da ilk tanıştığım insan olan sevgili dostum Kemal beyle
tanıştırırdım boş kalmasınlar diye...
Bara doğru yaklaştıklarında abla olan afet
beni fark ederek kardeşini dürtüp beni işaret etti. İkisi birden beni gözlemeye
başladılar. Hem yürüyorlar, hem de çaktırmamaya çalışarak bana bakıyorlardı.
Geçip giderken bile çaktırmadan başlarını çevirip çevirip bana baktıklarını
fark edince bunu peşlerinden gelmemi istediklerine yordum. “Allah’ım,” dedim;
duydun demek şu yangınlar çeken yüreği!” Acele ederek bira parasını ödeyip
peşlerine düştüm. Hayaller içinde yürüyüşe geçtim. Peşlerinden sürükleyerek,
eminim ki, ayak altından uzak bir plaja götürmekteydiler beni. Plajda
güneşlenerek, ya da denizde yüzerek onlarla geçireceğim zamanın fantezileri
içinde hoplaya zıplaya peşlerinden gitmeyi sürdürdüm.
Epeyi bir gittikten sonra, iki afeti cihan ansızın
durarak geri dönüp yanıma gelmeye başladılar. “Allah! Nihayet başlıyorduk işte!
Yaşasın aşk!”
Bir anda gelip önümde dikildiler.
“Merhaba!” çektim
hemen.
O cıvıl cıvıl, sevimli şiveleriyle öyle bir“Merhaba,
saygıdeğer Sami beyefendi başkomiserim!” deyişleri vardı ki,
içimin yağları eriyiverdi.
“Nasılsınız?”
“İyiyiz, Sami beyefendi başkomiserim!”
“Ne yapıyorsunuz?” Ben, bu soruyu, falanca yerde denize girmeye gidiyoruz, sizde gelir misiniz, diye bir cevap alacağımı umarak sormuştum, ama aldığım cevap tam bir şok oldu.
“Kırk yılda bir ise cikmisiz, velakin size yakalanmisiz…”
İşi toparlamaya çalışarak, “bana yakalanmak istemiyorsanız, işinizi önce benimle göreceksiniz, önce beni memnun edeceksiniz!” dedim. Yani bundan daha açık nasıl söylenebilirdi onlarla birlikte olmak istediğim, bilemiyorum. Ama onlar, benim beklentimle alakalı olmayan bir cevap verdiler.
“Tamam, anlamisiz saygıdeğer baskomiserim! Bir ellilik yeterli
midir?”
Elli lira! Bana teklif ettikleri bu rüşvet öyle bir hayal kırıklığı yaratmıştı ki, mosmor oldum. Ben ne istiyordum, onlar ne veriyordu.
Ben, aklıma koyduğumu elde eden biri değil
miydim? Elbette ki, onları da elde etmeyi bilirdim. Verdikleri rüşveti almaya
ve benimle yapmaya yanaşmadıkları şeyi yapacakları erkeği tavlamalarını
bekleyecektim. Onu götürdükleri yere kadar takip ettikten sonra dikilirdim
tepelerine ve, ya beni de memnun edin, ya da zina suçuyla tutuklarım sizi, diye
korkutarak da istediğimi elde ederdim.
Verdikleri elli lirayı alarak cebime soktum.
“Tamam midir, saygıdeğer baskömiserim? Simdi bisi
görmeyeceksinisdir?”
“Tamam, ama merak ettim sizin bu işi nasıl yaptığınızı, uzaktan
bir takip edip göreyim.”
“Mademki anlasmisisdir, takip eder görürsünüs efendim…”
Yanımdan ayrılarak yürümeye başladılar. Ben de aramızda belli bir mesafeyi koruyarak peşlerine takıldım.
İki genç kadın nihayet yanlarından geçen bir
ensesi kalına tebelleş oldular.
“Beyefendi, bis İstanbul’dan buraya tatile gelmisisdir, fakat
besparasiz kalmisisdir. Lütfen, bize yârdim ediniz ki, otobos biletimisi alip
İstanbul’a dönelim…”
Adam, “istediğiniz parayı vermemi istiyorsanız, otelime gidelim, üçlü bir parti düzenleyelim.” dedi.
“Ama efendim, bis, kis oğlan kisisdir. Yapamayis o dediğinisi…”
Adamın hiç kimseye durduk yerde para verecek
bir görüntüsü yoktu. “Yok!” deyip kesti. “Paraya
mukabil vereceğiniz bir şey yoksa, para da yok!”
Kızların ikisi birden adamın eline ayağına dolanmaya başladı. Fahişelik değil, hayal dilenciliği yapıyormuşlar meğer. Hayal kırıklığı ile izlemeyi sürdürdüm. Onlar da duygu sömürüsünü...
“Sisin de bir kisinis olsa, kalsa böyle, üzülmesmisinis.”
“Merhamet ediniz beyefendi. Lütfen!”
Adam ellerinden kurtulmak için uğraştıkça abluka artmıştı; en nihayet abla olan adamın cüzdanını çekerek eteğinin altındaki bikini altının ,içine sokuşturdu. Adama sitemler ederek yanından ayrıldılar.
Bu gün bu kızlar şok üstüne şok yaşatmışlardı
bana. Ben onları fahişe sanarken, onlar usta birer yankesici çıkmışlardı.
Yanlarına gidip resti çektim.
"Siz bana yankasicilik yapıyoruz dememiştiniz. Olmaz...
Yankesicilik büyük suçtur, öyle elliyle yüzle kurtulamazsınız. Yürüyün
karakola!"
Paçaları tutuştu. "Ama sayin! baskomiserimi!"
"Aması maması yok. Bu suça göz yummamı öyle elliyle yüzle
sağlayamazsınız!"
"Aman baskomisirim! Sis bilirsinis! Sis ne istersinis bis veriris..."
MAKSİ...
Hayatım boyunca ne yaparsam yapayım çevremdeki
insanlara ve köpeklere kendimi sevdirmeyi başaramadım. Kime azıcık yılışsam
suratları geriliveriyor, bana yüz vermiyorlardı. Keza köpekler de, ben onlardan
uzak durmaya çabaladıkça, onlar beni adeta on ikiden hedefliyorlardı. Ben de bu
durumu iyice kanıksamıştım ve kendimi beğendirme ve koruma çabalarımdan vaz
geçmiştim.
Bu yaz başlarıydı. Bir pazar günü Sarımsaklı plajında,
doğrudan kumun üzerinde yatarak, çevredeki bir yığın sevimsiz insanı
umursamadan göbeğimi güneşe karşı yaymış, gözlerimin üstüne de şapkamın
siperliğini iyice indirerek uyuklamaya başlamıştım. Kumun sıcaklığını hissetmek
ağrılarıma iyi geliyordu. Yüksek sesle konuşan, ya da gülen birileri oldu mu,
kendi kendime mögürdeyerek basıyordum kalayı, atlıyordum.
Denizden yana çığlıklar koptuğunda da hiç umursamadan
bastım küfürü, uyuklamayı sürdürdüm. Ya birileri kavga ediyor olmalıydı, ya da
sürat teknelerinden biri daha, gene birilerini ikiye bölmüş olmalıydı; atılan
çığlıkların çağrışımı böyleydi.
Ben uyuklamaya devam etmek istedikçe çığlıkların
dozajı ve benim küfürlerim artarak sürüyordu. Tepeme yakın bir yerlerden
başlayan gür bir köpek havlaması, hemen yanı başımdan hışımla geçerek deniz
kenarında diğer çığlık atan insanlarınkine karışarak sürdü. Gözlerimi öyle bir
açışım vardı ki, az kalsın yuvalarından fırlayacaklardı.
Ardından bakınca boz siyah dobermanı gördüm. O
canavarın birkaç saniye önce hemen dibimden geçmiş olmasına inanamıyordum. Ya
direk bana saldırmış olsaydı! Yanlarıma bakındım, ortalıkta karım da yoktu,
yapayalnızdım; beni köpek saldırısında koruyacak tek insan da denize doğru
çığlık atanların arasındaki yerini almıştı. Hayatım boyunca kendimi hiç bu
kadar yalnız hissetmemiştim. Yere adeta yapışmış, o sere serpe yaydığımı
keyifle belirttiğim göbeğimi bu defa, ne kadar yok edersem, o kadar
küçüleceğimi ve görünmez olacağımı sanarak öyle bir içime çekmiştim ki, incecik
kalmıştım. Sağımdan solumdan ne kadar kum varsa ellerimle üstüme aktararak
kendimi saklamaya çalışıyordum.
Az önce köpeğin havlamaya başladığı tepeme yakın
yerden bu defa bir kız, feryat figan köpeği çağırmasın mı?
“Maksi! Maksi! Gel oğlum buraya! Gel baki’im!”
Hışımla doğruldum kıza doğru.
“Ne yapıyorsun sen kızım, manyak mısın, nesin! Niye
çağırıyorsun o pis mahluku? Gidip kayışından tut da götür, ne cehenneme
götüreceksen!”
Kızcağız öfkem karşısında ne yapacağını şaşırarak,
benimle aynı tepkiyi vermeye başladı.
“Ne diyorsun sen be! Manyak mısın, nesin! Pis mahluk
dediğin sana benzer!”
Olan her şey, işte o andan sonra gelişti. Maksi,
sahibesine bağırdığımı ve onun da bana bağırdığını görür görmez öyle bir
celallendi ki, o hırsla havlayarak üstüme doğru koşmaya başladı.
Öldüm ben, bittim!
Hani, belli bir mesafede dikilip havlasa, ya
çevredekilerden, ya da karım yetişip kurtarırlardı beni; ama, o canavar hiç
duralamadan, doğruca bacağıma sarıp dişlerini geçirdi. Öteki ayağımla
savurduğum tekme karın boşluğuna denk gelince, can havliyle bir an bıraktı
ısırdığı yeri, ben de can havliyle başladım denize doğru çığlık atanların
arasına koşmaya. Baktım peşimden köpek de gelmekte duralamadan daldım denize.
Normal şartlarda köpekler sudan pek hoşlanmaz ve girmezlerdi suya, ama bu
canavar en az benim kadar hoşnuttu suda bulunmaktan, başladı o da denize dalıp
peşim sıra yüzmeye. Az ilerde bir sürat teknesi birkaç metre karelik alanda
dönüp duruyordu, onlara ulaşabilirsem beni teknelerine alıp köpekten
kurtarmalarını rica edecektim.
Ben yüzüyordum, köpek de peşim sıra yüzüyordu… Şöyle
böyle beş, on dakika yüzdükten sonra, tekneye on, on beş metre kadar bir mesafe
kalmıştı ki, adamlar beni orada, öylece bırakıp sür’atle uzaklaşmaya
başlamışlardı. Nefes nefeseydim. Arkalarından seslendiğimi duymadılar bile;
arkama dönüp baktığımda, dobermanın peşimden gelmeyi bıraktığını ve kıyıya
doğru yüzmeye başladığını gördüm.
Yüzerek geldiğim yer kıyıdan en az üç yüz metre
açıktaydı. Tam da kurtuldum, rahatladım, diyecekken, geldiğim yerde gördüğüm
manzara büyük bir şok daha geçirmeme sebep oldu.
Suyun içinde küçük bir terrier cinsi köpek vardı ve
hayvan ha boğuldu, ha boğulacak bir halde yüzmeye çabalıyordu. Deniz suyunda
onca çırpınmaya rağmen her yanı kıpkırmızı kana bulanmış görünüyordu. Az önceki
teknenin döne dolaşa bu hayvancağızı öldürmek için uğraştığını anladım. Ama,
ama bu, bir canavarlıktı!
Köpek fobim nedeniyle bir türlü temas kuramıyordum
köpekle, çaresizdim. Aramızda yarım metre kadar bir uzaklık vardı. Zavallı
köpek bir anda başını doğrultup lütfen kurtar beni der gibi öyle bir baktı ki,
ağlamamak için kendimi zor tuttum. O anda direnmeyi bıraktı ve birden bire
suyun içinde kayboldu. Olamazdı! Uzandım, tam da suyun içinde rastgele bir
yerinden yakaladım, dışarı çıkardım. Korkuyla bir an yeniden bıraktım, suya
batarken yeniden yakaladım. Beni ısırmak gibi bir niyeti de, mecali de yoktu.
Baktım, fobim depreşmeden tutabiliyordum. Yakından görünce hayvancığın ağır
yaralı olduğunu ve çene kemiğinin kırılıp sarkmış olduğunu gördüm. İyi ama,
böyle bir canavarlığı niçin, nasıl yapabilirdi insanoğlu!...
Oldukça da yorgundum. Sırt üstü yattım, yaralı köpeği
göbeğime yatırdım, öylece, sırt üstü yüze yüze sığlığa ulaştım. Köpeği elime
alıp da doğrulduğumda kıyıda ki insanlar müthiş bir alkışa başlamışlardı.
Sanırım beni alkışlıyorlardı.
Köpeğin hikayesini karıma teyit ettirdim. Tıpkı tahmin
ettiğim gibi, sürat teknesindekiler hayvancağızı suya attıktan sonra,
tekneleriyle üstünden geçe geçe öldürmeye çalışmışlar; benim yüzerek üstlerine
geldiğimi görünce de kaçıp gitmişlerdi. Hoşuma giden ise, karım dahil herkes,
benim o heriflere doğru yüzerek gidişimin nedeninin, onları korkutup kaçırtmak
ve köpeği kurtarmak olduğunu sanmışlardı. Bu durumun sırrını tek bilen ise
Maksi’ydi ve sahibesinin elinde, sıkı sıkıya tutulan Maksi,
bana, "Hadi gene sayemde kahraman oldun, iyisiin,
iyisin," diyerek gülümsüyordu. Herkes sevecenlikle
gülümsüyordu.
Galiba insanlara da, köpeklere de bu defa kendimi
sevdirmeyi başarmıştım; hem de onlardan en nefret ettiğim saatlerde.
“Hangi istikamete gittilerse, şuradan bir tekne
tutalım da peşlerine düşelim, yakalayalım, şerefsizleri! Zavallı hayvana
yaptıklarının aynısını biz de onlara yapıp atalım denize!”
Bu önerime kimse yanaşmadı.
“Hayvanlara kıyan herkesi aynı şekilde cezalandırmaya
kalksak, seri katiller oluruz Kemal bey,” dediler.
Köpeği sahiplenip veterinere götürerek tedavisini
yaptırmak bana iki bin liraya mal oldu; bir buçuk aylık maaşım olan bu paraya, küçük
dostum sağlığına kavuştuktan sonra, galiba pek üzülmedim; ama, dürüst olmam
gerekiyorsa, yediğim kuduz aşısı iğnelerinden dolayı çok canım yandı,
çok.
Neyse ki, Maksi’nin kuduz mikrobu taşımadığı tespit
edildiğinde aşı olmayı beşinci iğneden itibaren durdurduk da, ıstıraptan çabuk
kurtulmuş oldum.