Tuğla ocaklarında çalıştığım
günlerdi. İşimiz çamurlaydı. Tepeden tırnağa çamura bulanıyorduk ve duş almadan
paklanamıyorduk.
Öğlen paydosu için tanınan süre
yarım saatti ve öğlen yemeği için bir yere giderken banyo almaya kalkışırsak
yetişemiyorduk. Herkes sefer tasıyla getirdiği bir şeyleri atıştırarak öğünü
savuşturmayı tercih ediyordu. Benim ise değil sefer tasıyla yemek getirmek, bir
sefer tasım bile yoktu. Yeni başladığım iş yerine en yakın lokanta bir ızgara
köftecisiydi. Zorunlu olarak banyo almadan, hemen ellerimi yıkayarak koşturdum,
vardım lokantaya. Boş bulduğum bir sandalyeye oturdum.
İlk gördüğüm tepki, yanına oturduğum
şahıs, kendisine temas etmemi önlemek ister gibi sandalyesini az öteye
çekiştirdi. Hınca hınç dolu masalar arasında nefes nefese koşturan garsonun
gelerek siparişimi alması için bir süre bekledim. Baktım gelmiyor, “şef, bakar
mısın!” diye seslendim. Baktı, ama öylesine uzaktan şöyle bir bakıp yanıma
gelmeden. Ya sabır çekerek az daha bekledim. Gelmediğini görünce ayaklanıp önüne
çıktım.
“Şefim, yemek paydosum yarım saat.
İşime geri yetişebilmem için siparişimi hemen alman gerek. Lütfen, bana bir
porsiyon köfte ile bir piyaz getirir misin?”
Adam üstümden başımdan dolayı
küçümseyerek, “herkesin vakti kısıtlı,” diyerek geçti gitti.”
Arkasından bakarak, aşçıya
siparişimi seslenecek mi diye bekledim. Seslenmedi. Lokantanın sahibi
olabileceğini düşünerek kasiyerin yanına gittim. “Affedersiniz efendim. Bir
köfte yemek için gelmiştim, mamafih, neredeyse yemek paydosum bitecek ama
siparişim bir türlü alınmıyor. Yardımcı olabilir misiniz?” diye ona da dil
döktüm. O da umursamadı.
“Bekleyeceksiniz…. Görüyorsunuz
vaziyeti.”
Dükkanda yığınla müşteri vardı ve
garson hepsine tek başına koşturuyordu. Dükkanın havasını bile değiştiren
dilenci kılıklı bir adamla niye vakit geçirsindi ki?
Masama dönerken, garson bu defa,
“bir ızgara bir piyaz mıydı senin isteğin?” diye sorunca çok duygulandım, çok.
“Evet efendim! Çok teşekkür ederim
efendim!” diye diye adamcağızı mutfak penceresine doğru uğurladım.
Pencereden eğilip, “bir ızgara, bir
piyaz!” diye bir seslenişi vardı ki, bunun benim için yapıldığını düşününce
gözlerim doldu. Sandalyeme gayet mağrur edalarla geri dönerek oturdum.
Masada diğer oturanlar
tabaklarındakileri yiyip bitirmişlerdi bile, bense yeni başlayacaktım.
Çabucak gelse de başlasam.
Çabucak gelmesi mümkün değildi
tabii; et bu, pişmesi uzun sürerdi. Daha on beş dakika vardı paydosumun
bitmesine, evvel Allah rahatça yiyip işime yetişirdim.
Sabırla beklemeyi sürdürdüm. Kaldı
on dakikam. Hay Allah! Neden bu kadar gecikti ki! Gözüm mutfağın penceresinde
beklemeyi sürdürdüm.
Yedi dakikam varken, nihayet
getirilebildi servisim. Altı tane köfte, bir yeşil biber ve bolca soğan. Bir
başka tabak içinde de fasulye piyaz. Neyse, buna da şükür!
Altı köfte büyükçe altı lokma ile üç
dakikada bitti. Kaldı dört dakikam, İş yerime yetişebilmem ise beş dakika. Bu
durumda piyazı yiyemeyecektim. Hemen kalktım, kasiyerin yanına vardım.
“Hesabımı rica edebilir miyim?”
“On iki lira!”
Çıkarttım, kağıt on beş lirayı yazar
kasanın yanı başına bıraktım.
“Çok teşekkür ederim!” diyerek çıkıp
gittim.
Bıraktığım bahşiş nedeniyle arkamdan
bakakaldıklarını hissettim.
İş yerime ulaştığımda nefes
nefeseydim; çünkü, koşarak dönmek zorunda kalmıştım.
Ertesi günkü öğlen paydosunda gene
aynı lokantaya gitmek zorunda kaldım, zira civarda bir başka lokanta yoktu.
Biraz daha zaman arttırabilmek için giderken de koştum. Hızla daldım lokantaya
ve bu defa daha girerken garsona sokulup, “lütfen bir ızgara köfte ile bir
piyaz getirir misiniz?” dedim.
Adam, “başüstüne efendim!” dedikten
sonra siparişimi mutfak penceresinden içeri hemen iletti. “Acele bir ızgara
köfte, bir piyaz; garnitürü bol olsun!”