Dere boyunca ilerleyen bir kaplumbağa vardı. Ormanın derinliklerine yöneldi. Sonra
uyumak için, kabuğuna çekildi. Ve sonra, uzun ömrü için pek uzun olmayan fakat
bir kelebek gözüyle çok uzun bir süre, bir taş sessizliğine büründü. Oradan
geçen bir ceylan onu görmedi bile. Bir kirpi, sırtını onda kaşıdı. Bir tilki,
burnuyla koklayıp iteledi; taş olmadığını biliyordu ama, bir sonuç
çıkaramayınca yoluna devam etti. Böcekler, altına sığındıklarında,
karşılaştıkları yumuşak dokunun ve kıpırtının korkusuyla, ondan uzaklaştılar.
Nihayet, yuvarlanan bir taş, ona çarpıp durdu ve dedi ki: “Hiç senin kadar
canlı bir taş görmemiştim. Ben hareket ettirildim, sana değdim; sen, görünürde
etmiyorsun, ama benden daha hareketlisin. Senin hareketin, içinde gizli.” Ve
uyanan kaplumbağa dedi ki: “Benim içimdeki hareketle senin içindeki hareketin
farkı yok. Ben de senin gibiyim. Ama ben ölüp çürüdüğümde, kabuğum ancak varlık
yarışında seninle yarışabilir fakat yine de senin gibi olamaz.”
Seneler, seneler sonra, kaplumbağa, ceylan, kirpi ve tilkinin
yapıtaşları doğaya karıştığında, taş,olduğu yerde duruyordu. Kaplumbağanın
kabuğu bozulmaya yüz tutmuştu ve taş dedi ki:
“Hiç senin kadar garip bir taş görmedim. Durduğun yerde
hareket etmeyi ve yavaş yavaş varlıktan yokluğa geçmeyi nasıl başarıyorsun?”
Ve kabuğun son nefesinde şu yanıt gizliydi: “Benim içimdeki
yoklukla senin içindeki yokluğun farkı yok. Sen de benim gibisin. Ama, özündeki
hareketten gafil olup, kendi kendine hareket edemediğin gibi, özündeki
yokluktan da habersizsin ve kendi kendine yok olamayacaksın. Zamana ihtiyacın
var yokluk yarışında. Ki, bil ki yokluk yarışı, varlık hırsından yeğdir.
Yokluk, varken yokluğunu bilmededir.”