"Ses ver be Safinaz abla!
Neredesin?" Yaşam yok sen yokken. Yok olan yaşanmıyor. İplikleri
çekiştirilen bir kukla gibi yapışmışım sana. Farkımda değilsin. Belki
umursamıyorsun. Yaşamın sonu bu… Ben inatla yaşamak çabasındayım ya, sen inatla
yok olmaktasın. Çok duygusuzsun….
Hüzünlü
öyküler birikti yüreğimde. Ben, yeni bir dünyanın kahramanıyım artık! Donkişot
misali, zırha büründüm. Öykülerin hüznü vücut buldukça, elimde kalkanım ve
kılıcım saldırmaktayım...
*
İncik
köyünden Sabuncupınar nahiyesine gidilen kestirme yol, dar, taşlık bir patikaydı.
Her tarafta çam ağaçları, yok, meşe ağaçları... Tam hatırlamıyorum, ama
köylülerin geçim kaynağı meşe kömürü üretimi olduğuna göre meşe ağaçları
olmalıydı. Neyse! İlkokul öğrencisiydim. Babam bu patika yoldan ormanı aşarak
Sabuncupınar kasabasına maaşını almaya giderken, annemin de, “yanında al götür
şu veledi, buralarda zapt edemiyorum,” türünden baskıları sonucu, zapt etmek
amaçlı olarak elimi tutar, beni de sürürdü yanında. -Buraya taşınmadan önce
Sabuncupınar istasyonundan köye kadar bu yolu her hafta yürüyormuş adamcağız-
Orman
arazisi içinde, derin bir yarın öbür tarafında yer alan kayalıklarda irili
ufaklı sekiz on tane ayı olurdu. Oradaki mağaralar inleriydi. İlginç olan,
insanlara hiçbir zararları dokunmazdı. Bu Sabuncupınar yolculuklarımızda, “ayılara
bakalım” diye tuttururdum. Ya enseme bir tokat yer, ısrarımdan vaz geçerdim, ya
da –o da arada bir- gönlü olur, yarın beri yanına, uzaktan bakmaya giderdik.
Ayılar kayaların
üzerinde güneşlenirlerdi. En irileri olan boz ayı, gerçi hepsi siyahlı kahverengili,
boz ayılardı, ama o en irileriydi, iki ayağı üzerinde dikilir, bize seslenirdi!
Bize selam veriyor sanırdım. (Kendilerine yaklaşmamamız ve yavrularına zarar
vermememiz için bizi tehdit ettiğini anlamam uzun yıllar sonra mümkün oldu.)
Köylüler
sık sık anlatırlardı. Anlatılanlar bir efsaneymiş gibi gelirdi bana: Köydeki en
güzel kadını kaçırmış bu ayılardan birisi. Aylarca ininde hapis tutmuş. Kadının
kaçmaması için inin ağzına dev bir kaya parçası dayar, avlanmaya öyle çıkarmış.
Ormandaki en güzel meyveleri toplar getirir, kadına ikram edermiş. Kadın,
kendisine âşık olan ayının aşkına karşılık veriyormuş gibi yaparak kaçabilmiş
en sonunda. Bu efsaneyi, her duyuşumda tüylerim ürperir, ayılar tarafından
kaçırılma korkusunu hissederdim.
Bunun,
ayı bulunan her yere ait insan - ayı ilişkileriyle ilgili, sanki her kadın aynı
macerayı yaşamışçasına anlatılan çok yaygın bir hikaye olduğunu, yıllar sonra,
anlamıştım.
Günlük hayatımda insan
kılığına girmiş ayılarla karşılaştıkça, bu kayalık ayılarının ne kadar da masum
yaratıklar olduklarını düşünmüşümdür hep…
Bu
ormandaki kayalık ayılarından başka bir de, bizim köyün ayıları vardı. Onlar
ellerinde silahlarla sık sık sürek avına çıkarlardı.
Bizim
köyün ayılarının bir gün, domuz avına çıktıklarında bulup getirdikleri kurt
yavrularının başlarını dere kenarında taşla ezişlerine şahit olmuştum. Nasıl
olduysa, bir tanesini kapmış, kaçırmış, odamın kapısını kilitleyerek yavruyu
onlara teslim etmemek için direnmiştim. Oda arkadaşım Ersin de pek sevmişti
yavru kurdu. Biliyordum ki, ben ne kadar direnirsem direneyim, iki tokatla onu
geri alırlardı; ama ona Ersin sahip çıkarsa, babam ne yaparlarsa yapsınlar onu
geri vermezdi.
“Ersin
bak, ne güzel değil mi?”
“Çok
güzel. Benim olsun mu?”
“Tabii,
her güzel şey gibi, o da senin olsun… Eğer, onu senden almak isterlerse,
verirsen, öldürecekler onu.”
“Vermem!”
İşte bu kafiydi. Vermezdi.
Tahmin
ettiğim gibi, onu Ersin’in elinden almayı beceremeyen ayılar, bir ara punduna
getirip almak umuduyla biraz bakmasına izin vermişlerdi.
Babam,
işin içinde Ersin’in olduğunu görünce, yeniden hastalanacağını düşünerek,
yavruyu elimizden almaya yeltenmedi bile, ama o arada bana da fırçasını
çekmeden edemedi. “Sahtekar deyyus, sana mı kaldı köylülerin elinden kurt
kurtarmak! Üstelik, utanmadan Ersin’i de ortak etmişsin kabahatına!”
Nasıl
bir kabahatse! Ersin’in yüzü suyu hürmetine, tehlikeli oluncaya kadar
büyütmemize izin verdi. Minik kurt, günün yirmi dört saatini uyuklayarak
geçirirdi. Bazen ben, bazen Ersin, onu yatağımıza misafir ederdik. Ersin, onun
bakımında pek işe yaramıyordu, sadece sevmeyi biliyordu. Çay kaşığıyla ağzına
akıttığım sütle besliyordum onu. Pamukla siliyordum kahverengi kadifeler gibi
parlak tüylerini. Tombul bir uyuşuktu, ama dünyanın en sevimli uyuşuğu.
Kahverengi gözleri ışıl ışıl bakardı, bizi sevdiğini belli etmek için.
Ersin
ile adı, “uyuşuk” olsun, “uykucu” olsun tartışmaları yaparken, o, iki aylık bir
“şımarık” oluverdi. Adını “Şımarık” koyduk. Bitmek, tükenmek bilmeyen bir
enerjiyle, bıkmadan, usanmadan hopluyor, zıplıyor, illa ki bizimle oynaşıyordu.
Enerjisini evin içinde sarf edemediği için, avluya da çıkarmaya başlamıştık.
Koca avluda bir uçtan diğer uca yaptığı koşular görülmeye değerdi. Okula gelip
giden öğrencilerden, onun koşarak kendilerine doğru geldiğini görenler,
önceleri korkuyla çığlık atarken, sonraları onun bu oyun oynama isteğine cevap
verir olmuşlardı. Köyün tüm çocukları, avlularında besledikleri ‘Karabaş’ lara
pek benzemeyen bu değişik ve havlamayı bilmeyen ‘köpeği’ (!) sahiplenmişlerdi.
Herkes, evinden aşırdığı bir parça ‘yal’ ile beslenmesine katkı sunuyordu.
Okulun avlusuna giren çıkan herkesin sevgilisi olmuştu.
Onun
bir kurt olduğunu bilen büyükler, bir kurdun böylesine evcilleşmiş
olabileceğine inanamıyorlardı. Onların tek doğrusu, ‘ne yaparsan yap, bir kurt
yavrusunun evcilleştirilemeyeceğiydi.’
Şımarık,
bir yerleşim yerinde, avlularında köpekler besleyen insanların arasında
bulunduğunu görünce, kendisinin de avlularda büyütülen diğer köpekler gibi bir
köpek olduğuna inanmıştı ve her köpek gibi insanlarla içli dışlı olmuştu.
Meradan köye dönen sığırlara, ya da davarlara eşlik eden çoban köpekleri,
başlarda kurda benzettikleri Şımarığa pek yüz vermemişler, ama daha sonra
hiçbir saldırgan halini görmedikleri için, ona ters davranmaktan vaz
geçmişlerdi.
Şımarık’ın
üzüldüğü şey, diğer köpekler gibi havlayamamaktı. Bir havlayabilse, ne güzel,
köyün öbür ucundaki köpeklerle bile selamlaşabilecekti. Ne zaman havlamayı
denese, sesi havlama şeklinde değil de, uluma şeklinde çıkıyordu. “Benim sesim
neden böyle, neden diğer köpekler gibi havlayamıyorum ben de?” diye bir çok
cevapsız soruları oluyordu kendi kendine. Mümkün olsa da sahipleri olan
insanlara sorabilse, merak ettiği her şeyi öğreneceği muhakkaktı, ama imkansız
bir şeydi bu…
O
kış oldukça sert geçmekteydi. Dağlarda ki kurtlar aç kalarak köyün eteklerine
kadar sokulmaya başlamışlardı. Köylüler, ellerinde silahları ve yanlarında
köpekleri kurt avına çıkmaya başlamışlardı. Onları gören vahşi kurtlar,
uluyarak açlıklarını haykırıyor, yiyecek bir şeyler dileniyorlardı.
Şımarık,
hemen anlamıştı onları. Kendisiyle aynı dili konuşan bu vahşi yaratıkların,
kim/ ne olduklarını merak etmeye başladı. Şu avludan çıkarak onların yanına
gitmek, onları yakından görmek istiyordu.
Dağda
atılan silahların sesi kulaklarına kadar geliyordu.
Akşam
üzeri köylüler vurup öldürdükleri kurtları bir at arabasının içine yığmışlar,
okulun önünden geçerek köye taşımışlardı. At arabasını süren köylü, diğer bir
köylüye, “derileriyle ayakkabı ve ceket yapacağım. Etleriyle de kıyma yapıp köpeklerin yalına katacağım,”
diyordu.
Bunu
duyan şımarık, kendi kendine, “ben bir köpeğim. Ne işim var o vahşi
yaratıkların arasında,” diye söylenerek, kendisiyle aynı dili konuşan
hemcinslerinin yanına gitmek fikrinden derhal vaz geçti.
Bazen
dağlardan gelen kurt ulumaları duysa da, o sesleri çıkartanların birer vahşi
yaratık olduğunu düşünerek, onlardan farklılığını daha çok asimiliye olarak
gösteriyordu.
Nihayet
içgüdüsel dürtülerinin itiraz edilemez yönlendirmesiyle anne olmak istedi.
Doğuracağı yavruların babası olmaya amade pek çok Karabaş düştü peşine. Hemen
hemen hiç birini kırmadı ve yavrularının babaları olmaları için izin verdi.
Doğum
yaptığında sekiz tane yavru dünyaya getirdi.
Ersin ile beraber
onları da sahiplenerek büyümelerine yardımcı olduk. Tıpkı annelerinin
küçüklüğündeki gibi ‘şımartarak’ büyütmeye başladık.
Annelerine
çok benziyorlardı. Onunla tek farkları ise, ulumuyor, havlıyorlardı.
*