Hikaye / Yaşamdan Hikayeler

Eklenme Tarihi : 21.10.2015
Okunma Sayısı : 853
Yorum Sayısı : 0
Altın Üyelik Başvurusu Altın Üyelik Avantajları
Bugün Doğanlar
Aleyna Nurmerve-acikfikret-ozdemalaca-kizilgozde-saglamerim-sengezelssÇaYGüZeLibengi ryhnzeynep krkmzedward34sinem aykutDante_ce.uMeçhulsu misaliOzzievanacaYnsmrnynakıncı.birisiCemDantesdemiryilmazghostriderleselineMerveakyelcagril-tastanmetehan-olkanMehmet Tevfik ELTASFurkan Küçükekinci
Doğum gününüz kutlu olsun

Arada sırada, genelde canımı sıkan bir sorunum olduğunda Safinaz ablanın çalıyordum kapısını, girip, dertleşiyordum onunla. Bana verdiği nasihatleri harfiyen tutuyordum. Onun söylediği her şeyin üzerimde garip bir etkisi oluyordu. Bana, "Asıl olan öbür dünyada değil, bu dünyada yaşamaya ne kadar layık olduğundur. Bu dünyada yaşamaya layık olduğun vakit, öte tarafa cennetin kapısından girersin," diyerek anlattıklarını hala kulağımda küpe olarak taşırım. "Her gece yattığında, önce kendi nefsini bir sorgula, sen kendi vicdanını huzurlu hissettiğin zaman, huzurlu olursun. Bunun için, o gün ne kadar çalıştığını tart. Ogün neler yaşadıysan, hepsini teker teker gözlerinin önüne getir. Kime iyilik yaptın, kime kötü davrandın, hatırla. Bu şekilde, tespit ettiğin kötü davranışları hayatından kov gitsin ve ertesi gün daha iyi bir insan olmaya karar ver." 

Şimdi de onunla dertleşmek istiyordum, ne var ki, bu saatlerde evde olmadığından, bu mümkün değildi. Şimdi Adalarda olsa gerekti. Ben oraya gitsem… "Neden olmasın?"
Onun yanına gitmeyi kararlaştırdıktan sonra, şöyle böyle altı, yedi kilometre tutan yolu yürümeye başladım. Ne zaman çarşıya gitsem yürüyordum bu mesafeyi, alışığım yani…
Adalar denilen yer Porsuk Çayının kıyısı boyunca uzanan bir yolun/sokağın adı; yoksa öyle ada, yarımada ile filan alakası yok. Eskişehir halkı o yol boyunca yürüyerek gezinmeyi, su kenarındaki banklarda oturarak dinlenmeyi, yol kenarındaki lunaparkta, lokantalarda, pastanelerde, çay bahçelerinde, yazlık sinemalarda, müzikli barlarda eğlenmeyi seviyorlardı. Her zaman kalabalık olan yolda özellikle yaz akşamlarında iğne atsan yere düşmezdi.

Demiryolu geçidinden geçerek Kanatlı Un Fabrikası yanına geldim. Orada, tam köşe başında bir polis kulübesi vardı. Onun yanından döndüm mü, Porsuk çayının üstündeki yaya köprüsünü geçerek Adalara ulaşacaktım. 

Polis kulübesi boştu; zaten, buradan ne zaman geçmiş olsam boş görüyordum. 

Polis kulübesinin yanına ulaştığımda, içinde gene kimsenin olmadığını gördüm. Fakat, kulübenin altındaki boşluktan ayaklarıma doğru bir su akıp, küçük bir gölet oluşturmaya başladı. İlgimi çekti bu durum. İçerde bir musluk mu vardı acaba? Musluk açık mı unutulmuştu, ya da bozuktu da akıntı mı yapıyordu acaba? Bu "acaba"lı soruların merakı yoğunlaştıran bir cazibesi oluyordu.

Merakımı yenemeyerek, kafamı kulübenin penceresine uzatıp içeriye baktım.

İçerde babamın yaşlarında, kravatlı bir adam çömelmiş, oturmaktaydı. Biraz dikkatle bakınca, adamın pantolonunu dizlerinin üzerine sıyırmış, abdestini yaptığını fark ettim. 
O da beni fark ederek, "siktir ol git ulan!" diye bağırdı.
Korkarak kaçıp, uzaklaştım. 

Safinaz ablanın yanına ulaşıp da bu olayı anlattığımda, "Adam, dayanamayacağı kadar sıkışınca, çareyi öyle yapmakta bulmuştur," dedi bana. "Çevreden geçenler görmesin diye de işini çömelerek görmüştür."

Kendisinin de benzeri bir sıkıntıyı yaşadığını anlatmaya başladı:
─ İstanbul İstiklal caddesi üzerindeki bir köftecide karnımı doyurmuştum. Köfteler hararet yapmış, dilim damağım kurumaya başladı. Cadde üstündeki sokak kafelerinden birine oturup, küçük pet şişeyle bir su ısmarladım. Sonra suyu bir dikişte içip bitirdim. Suyun da katkısıyla küçük su dökeceğim geldi. Hemen kalktım, garsona, küçük su ihtiyacımı giderebileceğim bir yer sordum. Garson da, taksim meydanının orada ki umumi helayı tarif etti. "Fransız konsolosluğunun orada var ya…" diyerek. Tarif edilen yerdeki umumi helanın yolunu tuttum. Sokağa girip helânın önüne geldiğimde gördüğüm manzara nedeniyle küçük bir şok geçirdim. Üstünde kocaman "W.C." yazısı görünen helâların kapısında çaprazlama iki tahta çakılmıştı. Kasıklarımdaki sıkışıklık kendini iyice belli etmeye başladı. Biraz daha acele hareketlerle İstiklal caddesine yöneldim. Kendi kendime konuşarak, "Şu aşşa tarafta, Galatasaray"ın orada bir umum helâ vardı. Oraya yetiştireyim…" diyerek adımlarımı açtım. İstiklal caddesinden aşağı gelerek Galatasaray meydanında tuvaletlerin var olduğunu sandığım yere geldim. Ne var ki, tuvaletleri var sandığım yerde genel helâlar istimlâk edilip yıkılarak yok edilmişti. İyice kızarıp bozarmaya başlamıştım. "Hay Allah!..."
Ellerimle kasıklarımı tutarak oradan uzaklaştım, ama nereye gideceğimi, ne yapacağını bilemez haldeydim. Yolda, karşıdan gelmekte olan orta yaşlı bir adamın önüne çıktım. 
"Affedersiniz, buralarda bildiğiniz yerde… helâ var mı?" diye sordum. 
"Var… Karaköy"de, tünel girişinde var. Hatta Galata köprüsünün altında da var," "Aman abi, ne yapıyorsun! Oraya kadar yetiştiremem ki… Buralarda diyorum, var mı diye…"
Adam, "Ben buraları bilmem kardeşim. Bizim muhitimiz oralar," diye cevap verdikten sonra yürüdü gitti.
Adama bozularak oradan uzaklaştım. İki büklüm kıvranmaya başlamıştım. Bir işhanı içine daldım.
İş hanından girerek sağa sola koşturup bakındım, helâyı andıran bir görüntü göremeyerek asansöre koşturup bindim, asansörü üst katta durdurdum, indim. Hemen bir helâ aramaya koyuldum. Karşıma çıkan bir helâya koşturdum, ama bulduğum helânın kapısı kilitliydi. Zorladımsa da açamadım. Oradan geçen çay ocağı askıcısına seslendim.

"Kardeş!"

Genç çocuk geldi. 

"Yahu bu helânın kapısı neden kilitli? Biliyor musun, sen?" diye sordum.

Çaycı Çocuk, "Biliyorum," dedi.

"Biliyorsan söylesene yahu!"

Çaycı Çocuk, yarışma tripleriyle, dalga geçmekteydi, "Söylüyorum: Burada her yazıhanede helânın anahtarı var. Helâlık işi gelenler, gelip açıyor, giriyor, işini görüyor, çıkıyor, kapıyı kilitliyor, yazıhanesine dönüyor, helânın anahtarını yazıhanedeki masasının çekmecesine koyuyor…"

Kasıklarımdaki sancıdan iki büklüm ne yapacağımı bilemez halde, "Yahu, bir anahtar getir de çişimi yapıvereyim…" diye dil dökmeye başladım.

Çaycı Çocuk, "Olmaz," dedi. "Dışardan gelenlere yasak…"

Beddualar ederek merdivenleri koşarak indikten sonra iş hanından çıkıp gittim.

Dayanma gücüm kalmamıştı. Çişimi salıvermek üzereydim. Tam da önünden geçtiğim bir karanlık apartmanın kapısının açık olduğunu görüp, girdim. Az sonra apartmanın dış kapısının altından dışarıya doğru bir suşeridi uzanıp akmaya başladı. Suşeridi kıvrıla kıvrıla kaldırıma uzandı, oradan da caddeye indi… Ben de yüzümde büyük bir huzur ve rahatlama ile apartmandan çıkıp etrafa şöyle bir bakınıp yaptığımın anlaşılmadığını görerek uzaklaşıp gittim. ─

O anlattıkça gülme krizleri içinde gülmekteydim. Adalardaki geziciler garipseyerek bize bakıyordu.
Safinaz abla, bize merakla bakanlara sesleniyordu: 
"Şam işi, şamdan işi, ister erkek, ister dişi, herkesin gelir çişi... Var mı şambaba tatlısı yiyen!"

*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

( Herkesin Gelir Çişi... başlıklı yazı AliKemal tarafından 21.10.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu