Arada sırada, genelde canımı sıkan bir sorunum olduğunda
Safinaz ablanın çalıyordum kapısını, girip, dertleşiyordum onunla. Bana verdiği
nasihatleri harfiyen tutuyordum. Onun söylediği her şeyin üzerimde garip bir
etkisi oluyordu. Bana, "Asıl olan öbür dünyada değil, bu dünyada yaşamaya
ne kadar layık olduğundur. Bu dünyada yaşamaya layık olduğun vakit, öte tarafa
cennetin kapısından girersin," diyerek anlattıklarını hala kulağımda küpe
olarak taşırım. "Her gece yattığında, önce kendi nefsini bir sorgula, sen
kendi vicdanını huzurlu hissettiğin zaman, huzurlu olursun. Bunun için, o gün
ne kadar çalıştığını tart. Ogün neler yaşadıysan, hepsini teker teker
gözlerinin önüne getir. Kime iyilik yaptın, kime kötü davrandın, hatırla. Bu
şekilde, tespit ettiğin kötü davranışları hayatından kov gitsin ve ertesi gün
daha iyi bir insan olmaya karar ver."
Şimdi de onunla dertleşmek istiyordum, ne var ki, bu
saatlerde evde olmadığından, bu mümkün değildi. Şimdi Adalarda olsa gerekti.
Ben oraya gitsem… "Neden olmasın?"
Onun yanına gitmeyi kararlaştırdıktan sonra,
şöyle böyle altı, yedi kilometre tutan yolu yürümeye başladım. Ne zaman çarşıya
gitsem yürüyordum bu mesafeyi, alışığım yani…
Adalar denilen yer Porsuk Çayının kıyısı boyunca
uzanan bir yolun/sokağın adı; yoksa öyle ada, yarımada ile filan alakası yok.
Eskişehir halkı o yol boyunca yürüyerek gezinmeyi, su kenarındaki banklarda
oturarak dinlenmeyi, yol kenarındaki lunaparkta, lokantalarda, pastanelerde,
çay bahçelerinde, yazlık sinemalarda, müzikli barlarda eğlenmeyi seviyorlardı.
Her zaman kalabalık olan yolda özellikle yaz akşamlarında iğne atsan yere
düşmezdi.
Demiryolu geçidinden geçerek Kanatlı Un Fabrikası yanına
geldim. Orada, tam köşe başında bir polis kulübesi vardı. Onun yanından döndüm
mü, Porsuk çayının üstündeki yaya köprüsünü geçerek Adalara ulaşacaktım.
Polis kulübesi boştu; zaten, buradan ne zaman geçmiş olsam
boş görüyordum.
Polis kulübesinin yanına ulaştığımda, içinde gene kimsenin
olmadığını gördüm. Fakat, kulübenin altındaki boşluktan ayaklarıma doğru bir su
akıp, küçük bir gölet oluşturmaya başladı. İlgimi çekti bu durum. İçerde bir
musluk mu vardı acaba? Musluk açık mı unutulmuştu, ya da bozuktu da akıntı mı
yapıyordu acaba? Bu "acaba"lı soruların merakı yoğunlaştıran bir
cazibesi oluyordu.
Merakımı yenemeyerek, kafamı kulübenin penceresine uzatıp
içeriye baktım.
İçerde babamın yaşlarında, kravatlı bir adam çömelmiş,
oturmaktaydı. Biraz dikkatle bakınca, adamın pantolonunu dizlerinin üzerine
sıyırmış, abdestini yaptığını fark ettim.
O da beni fark ederek, "siktir ol git ulan!"
diye bağırdı.
Korkarak kaçıp, uzaklaştım.
Safinaz ablanın yanına ulaşıp da bu olayı anlattığımda, "Adam,
dayanamayacağı kadar sıkışınca, çareyi öyle yapmakta bulmuştur," dedi
bana. "Çevreden geçenler görmesin diye de işini çömelerek görmüştür."
Kendisinin de benzeri bir sıkıntıyı yaşadığını anlatmaya
başladı:
─ İstanbul İstiklal caddesi üzerindeki bir
köftecide karnımı doyurmuştum. Köfteler hararet yapmış, dilim damağım kurumaya
başladı. Cadde üstündeki sokak kafelerinden birine oturup, küçük pet şişeyle
bir su ısmarladım. Sonra suyu bir dikişte içip bitirdim. Suyun da katkısıyla
küçük su dökeceğim geldi. Hemen kalktım, garsona, küçük su ihtiyacımı
giderebileceğim bir yer sordum. Garson da, taksim meydanının orada ki umumi
helayı tarif etti. "Fransız konsolosluğunun orada var ya…" diyerek.
Tarif edilen yerdeki umumi helanın yolunu tuttum. Sokağa girip helânın önüne
geldiğimde gördüğüm manzara nedeniyle küçük bir şok geçirdim. Üstünde kocaman "W.C."
yazısı görünen helâların kapısında çaprazlama iki tahta çakılmıştı.
Kasıklarımdaki sıkışıklık kendini iyice belli etmeye başladı. Biraz daha acele
hareketlerle İstiklal caddesine yöneldim. Kendi kendime konuşarak, "Şu
aşşa tarafta, Galatasaray"ın orada bir umum helâ vardı. Oraya
yetiştireyim…" diyerek adımlarımı açtım. İstiklal caddesinden aşağı
gelerek Galatasaray meydanında tuvaletlerin var olduğunu sandığım yere geldim.
Ne var ki, tuvaletleri var sandığım yerde genel helâlar istimlâk edilip
yıkılarak yok edilmişti. İyice kızarıp bozarmaya başlamıştım. "Hay
Allah!..."
Ellerimle kasıklarımı tutarak oradan uzaklaştım,
ama nereye gideceğimi, ne yapacağını bilemez haldeydim. Yolda, karşıdan
gelmekte olan orta yaşlı bir adamın önüne çıktım.
"Affedersiniz, buralarda bildiğiniz yerde…
helâ var mı?" diye sordum.
"Var… Karaköy"de, tünel girişinde var.
Hatta Galata köprüsünün altında da var," "Aman abi, ne yapıyorsun!
Oraya kadar yetiştiremem ki… Buralarda diyorum, var mı diye…"
Adam, "Ben buraları bilmem kardeşim. Bizim
muhitimiz oralar," diye cevap verdikten sonra yürüdü gitti.
Adama bozularak oradan uzaklaştım. İki büklüm
kıvranmaya başlamıştım. Bir işhanı içine daldım.
İş hanından girerek sağa sola koşturup bakındım,
helâyı andıran bir görüntü göremeyerek asansöre koşturup bindim, asansörü üst
katta durdurdum, indim. Hemen bir helâ aramaya koyuldum. Karşıma çıkan bir
helâya koşturdum, ama bulduğum helânın kapısı kilitliydi. Zorladımsa da
açamadım. Oradan geçen çay ocağı askıcısına seslendim.
"Kardeş!"
Genç çocuk geldi.
"Yahu bu helânın kapısı neden kilitli? Biliyor musun,
sen?" diye sordum.
Çaycı Çocuk, "Biliyorum," dedi.
"Biliyorsan söylesene yahu!"
Çaycı Çocuk, yarışma tripleriyle, dalga geçmekteydi, "Söylüyorum:
Burada her yazıhanede helânın anahtarı var. Helâlık işi gelenler, gelip açıyor,
giriyor, işini görüyor, çıkıyor, kapıyı kilitliyor, yazıhanesine dönüyor,
helânın anahtarını yazıhanedeki masasının çekmecesine koyuyor…"
Kasıklarımdaki sancıdan iki büklüm ne yapacağımı bilemez
halde, "Yahu, bir anahtar getir de çişimi yapıvereyim…" diye dil
dökmeye başladım.
Çaycı Çocuk, "Olmaz," dedi. "Dışardan
gelenlere yasak…"
Beddualar ederek merdivenleri koşarak indikten sonra iş
hanından çıkıp gittim.
Dayanma gücüm kalmamıştı. Çişimi salıvermek üzereydim. Tam da
önünden geçtiğim bir karanlık apartmanın kapısının açık olduğunu görüp, girdim.
Az sonra apartmanın dış kapısının altından dışarıya doğru bir suşeridi uzanıp
akmaya başladı. Suşeridi kıvrıla kıvrıla kaldırıma uzandı, oradan da caddeye
indi… Ben de yüzümde büyük bir huzur ve rahatlama ile apartmandan çıkıp etrafa
şöyle bir bakınıp yaptığımın anlaşılmadığını görerek uzaklaşıp gittim. ─
O anlattıkça gülme krizleri içinde gülmekteydim. Adalardaki
geziciler garipseyerek bize bakıyordu.
Safinaz abla, bize merakla bakanlara sesleniyordu:
"Şam işi, şamdan işi, ister erkek, ister
dişi, herkesin gelir çişi... Var mı şambaba tatlısı yiyen!"
*
(
Herkesin Gelir Çişi... başlıklı yazı
AliKemal tarafından
21.10.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.