"Merhaba!"
"Merhaba!"
On üç yaşındaki çocuğu selamlıyorum:
Yol kenarındaki kalın gövdeli ağaca dayamış sırtını, kitap okuyor; yoldan
geçenlerden biri gelsin, "aferin çocuk!" desin…Ki, değersiz bir çocuk
olmadığını anlasın.
"Ah be çocuk, hiç aklından geçer
miydi, elli sekiz yaşına geldiğinde kendinle merhabalaşacağın?"
*
On üç yaşındaki çocuğun Sümerbanklı
iskarpinlerine bakıyorum, altları üçüncü kez pençeli, belli.
İskarpinlerinden çıkarak diz
kapaklarına kadar uzanmış siyah fitilli çorapların lastikleri baldırlarını
sıkmış, annesinin eski elbiselerden bozup diktiği pantolonunun paçalarından
sokup elini onları arada bir çekiştirip yerlerini değiştiriyor, ama yararsız.
Saçları üç numara, uzatıp taraması için
onları, izin verilmiyor; oysa arkadaşları uzattıkları saçlarını her gün limon
suyuyla ıslatıp şekilden şekle sokuyorlar ona nispet yapar gibi…
*
Nihayet ortaokulun birinci sınıfına başlayacaktım. Önlük
devri kapanıyordu; artık lacivert ceketimin altında kravat, gömlek ve başımın
üstünde şapkamla gidip gelecektim okula. Tıpkı subaylarınki gibi siperlikli,
sarı şeritli bir şapka alınmıştı, onu kafamda taşımak müthiş bir duyguydu.
Kıyafetlerimi giyindiğim o ilk gün, annemin küçük kırık aynası elimde,
saatlerdir vücudumun her tarafına tuta tuta baktığım yerdeki görüntümü gözden
geçiriyordum.
Aynayı arada bir suratıma yönlendirdiğim zaman da, onun
mutlulukla sırıttığını görüyordum.
Ayağımda gıcırtılı Sümerbank iskarpinleri, sırtımda lacivert
takım, kafamda sarı şeritli şapka… Paşa gibi hissediyordum kendimi. Adımlarım, "rap,
rap" asker adımları gibi gidiyordu.
Safinaz abla, "doktor ol sen," dediğinde, "ben
ressam olacağım," demiştim. O, "insan hem doktor olup, hem resim
yapabilir," diyerek beni ikna edince içimden pek gelmemesine rağmen onun
hatırı için doktor olmayı kabul etmiştim. Ama şimdi, subay olmayı çok
istiyordum. "Safinaz ablaya sorarım, tamam madem ki, subay ol, derse
doktorluğu bırakıp subay olmaya karar veririm." Yıldızlı, madalyonlu bir
subay olurdum, ne güzel… Bir sürü madalyam olurdu. Antikacı dükkânında İstiklal
Madalyaları, Kore Madalyaları satıldığını görmüştüm bir sürü, gider alırdım
onlardan, göğsümü tıka basa madalyayla donatırdım.
Okulun avlusunda toplanan öğrencileri değil, kafalarındaki
şapkaları görebiliyordum bir tek, avlu sanki bir şapka tarlası. Kimisi
kulakların üstüne kadar geçirilmiş, kimisi öylesine eğreti, uçtu uçacak. Arada
birbirinin şapkalarını kapıp sıpıtan haylaz oğlanlar da vardı; birisi de gelip
benimkini kapıp sıpıtır diye korkuya kapılarak sık sık elimi başıma
götürüyordum.
Aşk denilen o şey yok mu; ah, o aşk! Ona dair birçok şey
beynimde cirit atmaya başlamıştı. Sınıfımdaki kızlar da bir güzeldi ki!
Arkadaşlarımın sırtlarında sinerek sınıfın en güzel kızına
bakıyorum.
Hayatımda ilk kez aşık oluyorum; kolay değil tabii… Aşık
olduğum kız, yüz vermiyor. Hiç umurunda değilim!...
Olsun!
Umursamazsa umursamasın!
Unuturum onu…
Başka kızlara bakmaya başlarım.
Hepsine aşık olurum.
Yüzlerce defa.
Aşk, zaten olunduğu zaman var olur; yaşanmadığı
zaman yok olur.
Suratımın asık olduğunu gördükten sonra, Safinaz
ablanın ısrarcı sorgulamaları başladı. Onun aklına ilk gelen şey, babamın beni
hırpalamış olabileceğindeydi. "Yok," dedim, "ondan değil…"
"Neden peki?"
"Kızmayacaksın ama…"
"Neden kızayım ki, kızmam elbet."
"Ben, kızın birine arkadaşlık teklif ettim."
Heyecanlandı. "E-e?... Bunun nesi kızılacak
şey? Yakışıklım! Sen etmeyeceksin de başka kim edecek? Sonra?..."
"Sonrası… Yüz vermedi bana. Olmaz, dedi."
"Bak sen şu şırfıntıya! Pogunu yesin senin
o…"
"Kızların hiç biri yüz vermiyor ki… "
"Halt ediyorlar…"
"Hiç sevgilim olmadı benim."
"Aman… Benim de hiç sevgilim olmadı. Ne
olmuş? Olmayı versin… Daha neler çıkar karşına. Dur hele…"
Bundan birkaç ay sonra, sınıfıma iyice alıştıktan
sonra, gözüme kestirdiğim bir kıza bakıyorum. Pek de güzel değil aslında, ama
gözlerimi alamıyorum ondan. Gözleri deli mavi… Tıpkı Safinaz abla gibi
bakıyorlar.
Teneffüste yanıma gelip, "sürekli bana bakıp
durmandan sıkıldım artık!" diye azarlıyor beni.
Özür diliyorum. "Seni sıkmak istememiştim."
"Ya ne istemiştin?"
Laflar, ağzımdan kendiliğinden çıkıyorlar. "Seninle
arkadaş olmak istiyordum da…"
"Olalım madem… Ben Kamile!"
"Ben de Ergin…"
Çocukluğumun en mutlu fotoğrafı o… İlk sevgilim!
Okul dışındaki ilk buluşmamızda, Adalarda,
Safinaz ablanın satış yaptığı yere götürüyorum onu. "Safinaz abla, bak…
Kız arkadaşım Kamile," diyerek tanıştırıyorum.
"Hoş geldiniz!"
İkisinin sohbeti umduğumdan daha koyu geçiyor.
Sanki iki koca kadın sohbet ediyorlar da, ben yanlarında çocuk gibi kalıyorum.
Benden bir yaş kadar küçük olmasına karşın öylesine olgunlaşmış bir genç kız
havası var ki, karşısında kendimi ondan birkaç yaş küçük hissediyorum. Meğer
ikisi de Makedonya kökenli göçmen ailelere mensuplarmış da sohbetleri oradan
ısınmış.
Elimize birer şam tatlısı tutuşturan Safinaz abla
bizi yollayıp kendi işine koyuluyor.
Şam tatlılarımızı yiye yiye uzaklaşıyoruz oradan.
*
Safinaz abla, "çağır senin şu kızı. Kaç
gündür özledim kancığı," diyerek Kamile"yi alıp getirmem için
yolluyor beni.
Getiriyorum. Sokağa el ele giriyoruz. İmamın
oğlu dükkânlarından çıkıp öylece bizi seyretmeye koyuluyor. Hiç kimse umurumda
değil. Benim, hayatımda ilk kez bir sevgilim oluyor, ona aşık oluyorum. Eve
girmeden az önce, merdiven boşluğunda,
"Sana aşık oldum," diyorum ona;
O da, "ben de sana," diyor. "Ben
de sana!"
Gelen giden yok. Dudaklarını uzatıyor
dudaklarıma. Ben de, dudaklarımı dudaklarının üstüne koyuyorum, öylece,
öpüşmeden. Dudakları dudaklarımda ve öpüşmeden…
Neden öpmüyordum ki, öp diye uzatılmış o
dudakları? Anlayamıyorum. Öpüşmeyi mi bilmiyordum yoksa?
Orta birinci sınıftan ikinci sınıfa geçeceğim
diye beklerken iki dersten ikmale kalmıştım. Annemin ders çalışmam için kurduğu
baskılar yaz tatilimi zehir etmişti.
Bu baskının sonucu girdiğim bir dersin bütünleme
sınavında başarılı olmuştum.
Son sınavım Tabiat Bilgisi dersindendi. (Bu ders
şimdiki tedrisatta yok galiba, ya da Fen Bilgisi olarak geçiyor olabilir)
Sınava giderken yoluma çıkan Necati, "boş
ver imtihanı, ben de girmiyorum işte, haydi langırt oynamaya gidelim,"
deyince imtihana gitmek yerine langırt oynamaya gitmiştim ve bu yüzden Orta
Birinci sınıfı iki defa okumak zorunda kalmıştım. Orta Birinci sınıfı ikinci
defa okumaya başladığımda o Necati"nin ortaokul ikiye başladığını görünce,
bana kurduğu tuzağın içimi ne kadar çok acıttığını anlatamam.
Çok aptal bir çocuktum, çok…
Ben böylece ortaokuldaki o ilk yılımda sınıfta
kalıyorum; Kamile ise ortaokul ikinci sınıfta devam ediyor. Sonra kız, "git
şurdan tembel şey, önce öpüşmeyi öğren sen!" diyerek beni bırakıyor ve
sınıfdaşı bir başka oğlanın sevgilisi oluyor.
Yas tutmaya başlıyorum. Bu halim bir tek Safinaz
ablayı etkiliyor. "Ne oldu?" diye sorunca anlatıyorum olanları.
Gidip bulmuş kızı, azarlamış.
Kız ise kendisini, "nasıl bir erkek o öyle?
Ne öpüşmeyi biliyor, ne sevişmeyi. Bunca zamandır çıkıyoruz, daha bir kerecik
öpüşmüşlüğümüz yok…" diyerek savunmuş.
"Ne yapayım yani?" diyorum Safinaz
ablaya, "ben öpüşmeyi, sevişmeyi bilmiyorum ki…"
Safinaz abla ise tiz bir kahkahayla karşılıyor. "E?
Nolcak şimdi? Öğrenmen için kurs mu verelim yani sana?"
*