Okullar açıldığında ise, Ankara Erkek Öğretmen okuluna büyük
bir hevesle gidip, daha ilk günümden problemle başladım. Akşam saat dokuzda
gelmiş, babam beni teslim eder etmez dönmüştü. Yatakhaneye giriş işlemlerim,
boş bir ranza gösterilmesi, çantamdaki kıyafetleri gösterilen dolaba
yerleştirişim, meraklıların sorularını yanıtlayışım derken, saati on bir
yapmıştım. Yatma saati! Saat on birden bir dakika önce bile yatağa
giremiyormuşuz; yasak! Pijamalarımı giyip de yatağa girdiğim an, bir ranzada
yatmanın keyfini iyice hissetmeye çalıştım. Hayatım boyuca yer döşeğinden başka
bir zeminde yatmamıştım. Şimdi bir ranzam vardı, ne güzel…
Üst ranzaya benden biraz daha yaşlıca duran,
sanırım üst sınıflardan bir öğrenci geldi. Ne hoş geldin, ne hayırlı olsun, hiç
laf atmadan çıktı yatağına, yattı; pek kasıntı bir şeydi. Bir zaman yatağında
kıpırdadıkça ranzasından çıkan gıcırtıları dinledim, sonra uyuya kalmışım.
Evdeyken her gün, istisnasız, en az on saat uyku uyurdum.
Sabah, saat yedi olduğunda, evdeki rahatlığı unutmam gerektiğini anlamamı
sağlayan gelişmeler gecikmedi.
Nöbetçi öğretmen elindeki ince uzun değneği
ranzaların demirlerine vura vura koğuşa dalmış, "uyanın!"
komutlarıyla bir baştan bir başa yürüyüp benim en dipteki ranzamın başına
gelmişti. Uyanmıştım, kalkacaktım, ama o çıkarttığı gürültünün finalini yapar
gibi, "kalksana ulan!" diye bağırarak değneği sırtıma yapıştırmıştı.
Can acısıyla öyle bir fırlamışım ki, kafamı üst ranzanın
demir kenarlıklarına çarptım. Kafam yarıldı. Kafamdan kan fışkırmaya başladı.
Kanayan yeri elimle kapatmaya çalışıyordum, ama kanamayı durduramıyordum.
Nevresimim ve yastığım kana bulanmıştı.
Böylesine tazyikli bir kanama nöbetçi öğretmeni çok
korkutmuştu. Beni sürükleyerek revire taşıdı. Revirde, ne hemşire, ne doktor,
hiç biri henüz iş başı yapmamıştı. Revirin işçi kadrosundaki hademesi elindeki
paspası bir kenara atarak yanımıza gelmişti. O da en az nöbetçi öğretmen kadar
telaşlanmıştı.
"Hocam ne oldu bu çocuğa?"
"Kafasını ranzasının kenarına çarptı!"
"Nasıl çarptı?"
"Nasıl olacak? Sakarlığından…"
Üstüne bir şey alınmıyordu. Elbette alınmazdı, onun sebep
olduğu duyulsa, suçlanacaktı.
Hademenin revirde çalışıyor olmaktan dolayı edindiği tecrübe,
belki de benim hayatımı kurtarmıştı. Adam, sıkı bir turnike uygulayarak
kanamayı durdurmuştu, yoksa kan kaybından dolayı çok kötü bir duruma düşmem an
meselesiydi.
"Kafasına hemen dikiş atılması gerekli!"
diyerek hastaneye yetiştirilmemi de o sağlamıştı.
Nöbetçi Öğretmen, okulun mubayaa kamyonetini getirterek beni
hemen yakınlardaki bir hastanenin acil servisine ulaştırmıştı. Orada da kendi
sakarlığımdan dolayı kafamı ranzamın kenarına çarptığımı söyleyerek üstüne bir
şey alınmamıştı. Okuldaki ilk günümdü ve bu okulda, bu öğretmenle geçireceğim
yıllarım vardı, o nedenle sakarlığı üslenmiş, adamı temize çıkarmıştım.
Kafamda oldukça derin bir yarık oluşmuş ve dört dikiş
atılmıştı.
On gün boyunca her gün revire uğrayarak pansumanımı
yinelettikten sonra, onuncu gün dikişler alınmıştı.
İlk günkü derslere girememiştim; zaten kimisi boş geçmiş,
kimisi de tanışma sohbetleriyle, bir şey kaçırmamıştım.
O günden sonra, o nöbetçi öğretmenle yıldızlarımız hiç
barışmadı. Adam hem suçlu, hem güçlü gibi, sebep olduğu olaydan dolayı bir kez
bile gönlümü almak için teşebbüste bulunmadı.
Öğretmenimiz Fikret
Bey"in lakabı "Karıncaezmez""di. Gürültü olmasın diye,
altları lastik/kauçuk iskarpinler giyer, yer döşemelerini yıpratmak istemez
gibi adımlarını adeta yere dokundurmadan atardı. Öyle değnekle, gürültüyle
bir işi olmazdı onun.
O, nöbetçi oldu mu, o
gün her şey saat gibi tıkır tıkır yürür, hiçbir vukuat çıkmazdı. Tüm iyi
şeyleri kendinde toplamıştı. İnsandan çok farklı, insanüstü bir yaratık
gibiydi. İnsan bir kerecik olsun bir şeye kızmaz mı, bağırmaz mı; hadi
bunları geçtik, şöyle bir kaşlarını çatmaz mı be hey adam!
Nöbetçi olduğu günler
herkesi tek tek, başlarını okşayarak uyandırırdı. Ben, o gelmeden çok önce
uyanmış olurdum, ama beklerdim ki, gelsin, başımı okşasın, "günaydın
çocuğum," desin… Çok hoşuma giderdi bu, o günümü bu sayede aydınlık
geçirdiğimi düşünürdüm. Herkes öyle. Hepimiz, öğretmen sevgisini, ana-baba
sevgisini, abi sevgisini, arkadaş sevgisini, ihtiyacımız olan her sevgiyi
onda bulurduk. O, kendini öğrencilerine adamıştı.
Yatakhaneden çıkıp
yemekhanenin yolunu tuttuğumuzda sırtını duvara verip dikilir, hepimizin
suratını tek tek gözden geçirir, bir problemimiz olup olmadığını algılamaya
çalışırdı. Hepimizin okul numarasını ezbere bilirdi. Asık suratlı birini
gördüğü zaman, o öğrencinin numarasını seslenip, "Karadeniz"de
gemilerin mi battı?" diye sorardı.
Ben, ondan bu soruyu
ilk duyduğumda, soruyu sorduğu çocuğun gemi sahibi birisi olduğunu sanmış,
çocukla baş başa kaldığımız bir anda, çenemi tutamayıp, ciddi ciddi, "senin
gemilerin mi var?" diye sormuştum. Çocuk, benim salağın teki olduğumu
nereden bilsin, onunla dalga geçtiğimi sanarak, "siktir ol, git lan
başımdan!" diyerek beni yanından kovmuştu.
Kafamın yarıldığının
ertesi günü nöbetçi Karıncaezmez"di. Ben, onun bu özelliklerini henüz
bilmiyordum. Yatakhaneden çıkmış, yemekhaneye doğru giderken numaramı
seslendiğini duydum. Tam o anda da yanı başımdaki bir çocuğun sorduğu bir
soruya cevap veriyordum; hemen sustum.
Karıncaezmez, "sen
gel bakayım buraya!" diye emretti.
Konuştuğum için azar
işiteceğimi sanarak, içimden konuşmama sebep olan çocuğa okkalı bir küfür
savurarak, yanına gittim.
O, başımdaki bandajı
işaret ederek, şefkatle, "başına ne oldu, evladım?" diye sordu.
"Üst katımdaki
ranzanın kenarına çarptım efendim," dedim.
Merakla, "nasıl
oldu o?" diye üstelediğinde, biran nöbetçi öğretmenden bahsedip
bahsetmemeyi düşündüm.
Adam herkese, başımı sakarlığımdan dolayı çarptığımı söylemişti. Şimdi onu
suçlamaya çalışmak gereksizdi.
"Ranzamdan kalkarken biraz acele etmiştim efendim," dedim.
Geçmiş olsun!"
diyerek beni yolladı. "Tamam, gidebilirsin!"
Yemekhanede tabldot
tepsisindeki zeytin, peynir, margarin ve reçel çeşitlerini katık ederek bol
ekmekle karnımızı doyurmaya çalışıyorduk.
Karıncaezmez
görünürlerde yoktu, buna rağmen koca yemekhanede çatal, bıçak seslerinden
başka bir ses yoktu.
Sessizlik içinde
kahvaltılıklar bitirilip tepsiler bulaşıkhanenin küçük penceresinden içeri
teslim edilirken Karıncaezmez de ortaya çıkmıştı. Tam da yemekhane kapısının
kenarına dikilmiş, kahvaltısını yapıp çıkan öğrencilere bakıyordu.
Ben de tepsimi teslim
etmiş, yemekhaneden çıkıyordum ki, herkese sadece numarasıyla hitap ettiği
söylenen Karıncaezmez, tam önünden geçerken bana, "Ergin Yavuz, gel!"
diye seslenmişti.
Bu gün, benimle ikinci muhataplığıydı bu, pek hayra alamet değildi.
Korktum.
Heyecanlı hareketlerle
yanına giderken, "yavaş, yavaş, acele etmene gerek yok evladım!"
diyerek karşıladı beni. Elini omzuma koyarak yemekhane kapısından dışarı
çıkarttı. Gelip geçenlere duyurmak istemiyormuş gibi, usulca, "Ali Yavuz
senin baban mı?" diye sordu.
Bir an babama bir şey olduğunu sandım, "evet?" dedim sorgular gibi.
O, sevecenlikle, "baban
benim köy enstitüsündeyken arkadaşımdı," dedi. Şaşırdığımı görünce,
biraz daha açıklama ihtiyacı duyarak, "senin yaşlarındayken babanla ben
ayrılmaz iki arkadaştık," diye devam etti. "Gel benimle!"
diyerek, elini omzumdan çekip yanı başımda yürümeye başladı. Başımdaki
bandaja çevirdi bakışlarını; onun gene kafamdaki yarığın nasıl oluştuğunu
sorgulamaya başlayacağını hemen anladım.
"Ben araştırdım,
soruşturdum, kafanın nasıl yaralandığını öğrendim," dedi. Kafamın,
nöbetçi öğretmenin yüzünden yarıldığını öğrendiğini sandım; ama o, "kafanı
yaran arkadaşının ismini vermek istemediğin için seni takdir ederim; ama
ismini bana söyle ki, bir daha böyle şeyler olmaması için ona nasihatte
bulunabileyim!" diyerek devam edince, başımı bir arkadaşımla kavga
ederek yardığımı sandığını anlamış oldum. Nöbetçi öğretmenden hala haberi
yoktu.
"Yok vallahi
öğretmenim, acele edeceğim diye kendim ranzanın demirine çarptım,"
diyerek ısrar ettim.
Bu defa inanmış
görünerek, "öyle olsun bakalım," dedi.
Beni okulun malzeme
ambarına götürdü. Malzeme ambarındaki memurun odasına girdik. Karıncaezmez,
memura, "bu Ergin Yavuz," diyerek beni gösterdi. "Onu sana
emanet ediyorum," dedikten sonra da çıkıp gitti.
Odada altı, yedi öğrenci yan yana dizilmişler, sessizce dikilmekteydiler.
Memur, "sen de arkadaşlarının yanında sıraya geç," diyerek bekleyen
öğrencileri gösterdi. Geçip, sıranın en sonunda dikildim. Yanı başımdaki
oğlanın, üst katımda yatan kibirli oğlan olduğunu görünce başımı çevirdim. O
beni selam verilmeyecek kadar küçümsüyorsa, ben ona yılışamazdım ya! Neler
olduğunu anlamaya çalışarak beklemeye başladım.
Ambar memuru önündeki
sayfalar halindeki bir listeden, sayfaları arasında siyah karbon kağıdı
döşenmiş bir malzeme alma bonosuna notlar almaktaydı. "Bir iskarpin, 40
numara, bir gömlek, 1 numara, bir kravat, bir takım elbise, bir pardösü,
çorap, iç çamaşırı, mendil, çanta, üç yüz sahife sarı defter, harita metod
defteri, çizgisiz, harita metot defteri, kareli, okul defteri 3 adet,
çizgili, kurşun kalem, dolma kalem, mavi mürekkep…" sonsuza dek sürecek
gibi upuzun bir liste oluşturarak habire yazıyordu...
O sırada kucaklarındaki kolilerle gelen iki işçi, kolileri ortadaki sehpanın
üstüne bıraktılar. "Bunlar, Sabri Yılmaz"ınkiler…"
Memur sıranın en
başındaki öğrenciyi yanına çağırdı. "Sabri, gel oğlum, eşyalarını teslim
aldığına dair tutanağı imzala!"
Çağırılan öğrenci
hemen gidip gösterilen yerleri imzaladı.
Memur, ona eşyalara
dair hazırladığı bononun bir nüshasını da vererek, "eşyalarını bu
listeyle karşılaştırarak dolabına yerleştir, eksik bir şey çıkarsa hemen
gelip bana haber ver, emi!" diye tembih etti. İşçilere, "çocuğun
kolilerini dolabına kadar götürün!" diye emrederken bir başka listeyi de
onlara teslim etti. "Döndükten sonra da şunları hazırlayın!"
Olanlardan anladığım kadarıyla öğrencilere giyecek ve
kırtasiye yardımı yapılıyordu.
Nihayet sıra bana geldiğinde de aynı şeyler oldu. İmzalarımı
atıp tamamladıktan sonra kolilerimi kucaklayıp taşıyıveren iki işçinin önünde
yatakhanedeki dolabımın önüne vardık. Adamlar, kolileri yere bıraktıktan sonra
gittiler.