SAFİNAZ ABLA - r o m a n


Nuri ile vakit geçirdiğim çay ocağının hemen üstü Safinaz ablanın evi; onun üstü de bizim eskiden oturduğumuz ev ile Madam'ın eviydi. Şimdilerde her ikisinde de Diyarbakırlı karı koca öğretmen olan emekliliği gelmiş bir çift ile onların bankacılık yapan oğlu ile gelini oturuyorlardı. Baba oğul kırk yılda bir, ikişer çay içimliği çay ocağında oturup tavla oynarlardı. Baba sigara içmiyordu ama, oğul onun karşısında sigarasını rahatça içebiliyordu. Ben kendi babamla böyle karşılıklı, hoş sohbet tavla oynayıp sigara içmek değil, yanında bacak bacak üstüne atıp da oturamazdım Onları bu halde gördükçe babama ana avrat düz gidiyordum.

Kendi babam! Aslında kendi babam mı, emin değildim. İkimiz, çok farklı dünyaların insanlarıydık

Öğretmen okulunu bırakıp geldiğimde bana attığı dayağın, çenemin hemen altında her aynaya bakışımda bana sırıtan otuz iki adet dişi andıran izi kalmıştı.

Pavyonculukta illa ki içkiye de alışıyordunuz. Ben, günde bir iki kadeh rakı içerek başlamıştım sarhoşlukla hoşbeş olmaya, bu halimle sarhoş olduğumu pek belli etmiyordum.

Sarhoşluğumun belli olduğu gün ise zil zurna sarhoş olmuştum. Eve geldiğimde beni kapıda karşılayan babam, "git, nerede zıkkımlandıysan orada yaşa! Benim evim sarhoş barınağı değil," diye söylenerek kapıyı yüzüme çarpmıştı. O an, o yaşıma kadar hiç yapmadığım, yapmaya hiç cesaret edemediğim bir şeyi yaptım. Kapıya tüm öfkemi kusarcasına bir yumruk savurdum. Savurduğum yumruk kapıyı delip geçti. Hemen ardından attığım bir omuz darbesiyle kilit çakılı olduğu zeminden sökülünce kapı ardına kadar açıldı. Gözlerim babamı aradı. O an karşımda olsaydı, tüm çocukluk ezikliğiyle girişecektim ona, sanırım; ama o çoktan yatak odalarına sığınarak kapısını içeriden kilitlemişti bile… Korkak herif! Odanın kapısını biraz zorladıysam da açamadım. "Çık ulan karşıma!" diye haykırmaya başladığımda annem çıka geldi, önümü kesti.

Kadıncağız, "Allah"ını seversen yapma oğlum, o senin baban… Babalara vurulmaz oğlum, gel şöyle, otur!" diye yalvara yakara çekiştirmeye başladı. Ablam Esin ve kardeşim Ersin de gelerek döktükleri dillerle sakinleşmemi sağladılar.

"Çocukluğumdan beri sürekli ezdi o adam beni," diye söylenerek ağlamaya başladım. Sinirlerim boşalmıştı .

Babamla son kavgamız o oldu. Babamla ilişkilerimiz gereğinden fazla soğuktu ve tabii ki, eskisi gibi tokatlayabileceği bir evlat da değildim, tam tersine tam bir ev külhanbeyiydim. Benimle aynı evde yaşamaktan dolayı çok tedirgin olduğunu hissedebiliyordum. Bu yüzden mümkün olduğunca gözüne görünmemeye gayret ediyordum. Gece boyunca çalışıp, gündüzleri uyuyarak geçirdiğim için ev halkının tamamıyla ayrı dünyalarda yaşıyor gibiydik. Aile bütçesine karşı katı tutumumdan da vaz geçerek, hemen hemen her gün, sabaha karşı eve geldikten sonra odama girmeden önce mutfaktaki bir kutunun içine annem için para bırakmaya da başlamıştım. Oldukça bonkör sayılırdım. Bunun anneme verdiği mutlulukla mutlu olmak hoş bir şeydi. 

Babam, on iki Mart döneminde gördüğü siyasi baskılar karşısında atanmış olduğu sınıf öğretmenliğinde de çalışmayı daha fazla sürdüremeyerek emekli olmuştu. Özellikle emekli olduktan sonra önem vermeğe başladığı dini ibadetlerini aksatmıyor, her ezanda evimizden beş yüz metre kadar mesafede bulunan camiye koşturuyordu. O, özgün dünyasında kendine göre mutlu bir yaşam standardı tutturmuş dindar bir entelektüeldi.

İkimiz, çok farklı dünyaların insanlarıydık.

Eskişehir"in kaplıcaları, bilenler bilir, şifa membaıdır. Babamın, kitap okuyup bir şeyler yazmanın ve namaz vakitleri camiye koşturmanın dışında bir diğer alışkanlığı da sağlığı için hiç aksatmadan, her gün hamama gitmekti. Parası kısıtlıysa yürüyerek gider, eve yürüyerek dönerdi. Parası yeterliyse hamam çıkışında bir kaçamak yaparak tatlıcıya, ya da köfteciye gittiği de olurdu.

Eskişehir'de yoğurtlu köfte de çok meşhurdur.

Yoğurtlu köfteyi çok sevdiğim için, arkadaşım olan meşhur bir köfteciye, sık sık yoğurtlu köfte yemeğe giderdim. Lokanta sahibiyle birlikte pek çok defa kafa çektiğimiz için, adam içmeyi sevdiğimi bilerek, diğer müşterilerden farklı bir muamele ile köftenin yanında istediğim şıranın içine votka katarak servis yapardı.

Lokantadan içeri girdim ve babamın bir masada köfte yemekte olduğunu gördüm. Yanına gidip gitmemekte bir tereddüt geçirdikten sonra, gidip masasına oturdum. Adamcağız ilişkimizde uzun zamandır süre gelen soğukluktan sonra nasıl davranacağını da şaşırarak bana hoş geldin bile diyemedi.

Garsona, "babamın yediği köfteyi de benim hesabıma ilave et, yoğurtlu köfte ile şiramı da getirmeyi unutma" dedikten sonra babama da "bir şira ister misin, babacığım" diye sordum.

Bu sıcakkanlı tavrımdan sonra biraz rahatlayan adamcağız, "pek sevmem, ama senin hatırın için içeyim bir bardak," diyerek bir şira ısmarlamamı kabul etti.

Garsona işaretle şıralardan babamınkine votka katmamasını işaret edip, "şıralar iki oldu" diyerek siparişi yineledim.

Hesabı ben üstlendikten sonra babam, "Hamamdan çıkıp eve gitmeden önce bir porsiyon köfte yemek istedim. Ancak, senin geldiğini görünce, ne yalan söyleyeyim köfteler boğazıma dizildi; zira, cebimde kendi köfteme yetecek kadar param vardı," diyerek başladığı sohbetini, güncel aktüaliteler üzerinden koyulaştırmaya başladı.

Köfte ve şıralar gelip de yemeğe başlamadan önce getirilen şırayı diktim kafaya, fondip yaptım. Garsona yenilemesini işaret ederek köfteyi yemeğe koyulduğumda, birde ne göreyim, babam da şırasını kafasından dikmez mi? Adamcağızın şıra içme kültürü yok da, benden görerek öyle içiliyor zannetmiş olmalı, diye düşündüm. Şırayı bitirir bitirmez, "Oh… Pek güzelmiş şıraları," diyerek, adeta bir bardak daha onun için de söylenmesini beklemeye başladı. Garsona "şıra iki oldu Ali kardeş," siye seslendim.

Garson Ali iki şıra bardağını getirip önümüze bırakırken, babamın bardağına da votka katmış olduklarını hissettim, yerimden kalkarak mutfağa vardım, arkadaşım olan lokantacıya çıkışarak, "ulen oğlum, pederin bardağına da mı votka katıyorsun yoksa?" diye sordum.

Lokantacı, "evet," deyince derinden bir eyvah çektim.

"Yahu, babam Yeşilaycıdır. Votkalı şıra içirdiğimizi bir anlarsa eve sokmaz beni bir daha!" Garsona seslendim telaşla, "Ali! Çabuk babamın önündeki şırayı alıp getir, içinde votka olmayan bir tane götür, çabuk!"

Garson Ali telaşla, babamın önündeki şırayı alarak geldi, hemen votkasız bir tane doldurup götürdü, önüne bıraktı. Babam garsonun hareketlerine bir anlam veremeyerek olanı seyretti. Mutfağın küçük servis penceresinden onu seyretmeye başladım. Babam bırakılan şıradan bir yudum aldı, alır almaz vazgeçti içmekten. Hoşuna gitmemişti götürülen şıra. Benim önüme konulmuş olan şıraya uzandı, ondan bir yudum alıp beğendi ve kendi votkasız şırasını benim önüme bırakarak kazıkladı beni. Lavabodan dönüyormuş gibi yaparak yerime oturdum. Köfteyi yemeğe devam ettim. Babam da köftesini ucun ucun yiyerek şırasını içti, bitirdi. Bu defa garsona kendisi seslendi.

"Ali, evladım, aynından bir şira daha rica edebilir miyim?" Ali boş bardağı götürüp dolusunu getirdiğinde, getirilenden bir yudum içen baba hemen itiraz etti. "Yok, hayır, bundan değil, ötekinden!"

Ali çaresizlikle bana baktı, üzüntülü götürdü şırayı, içine votka katarak geriye getirdi. Babam, getirilenden içtikten sonra, "Oh…" diye iç çekerek damaklarını şapırdattı. "Yiyeceklere, içeceklere bu lezzeti katan Allah"a şükürler olsun. O yarattığı her şeyi kusursuzlukla ödüllendirmekte…"

Allah ile ilgili düşünceleri değişik olan birisiydim, gene de hiçbir konuda olduğu gibi bu konuda da babamla söyleşmemeyi tercih ederdim. Fakat ne olduysa o an dilimi kontrol edemedim ve dilimden, "Hangi Allah?" diye bir soru çıkmasını önleyemedim. Galiba babamı kızdırmak istemişti dilim ve eve sarhoş gidişlerimde olduğu gibi karşısındakinin ukalalıklarını sineye çekerek korkutacağını sanmıştım.

Babam, ağzını şapırdatarak içip bitirdiği şıranın boş bardağını garsona doğru uzattı. "Evlat, bir bardak daha getir; pek nefis olmuş…" dedi. Galiba sinirlenebilecek kadar kafası güzelleşmişti, beni "Ne demekmiş o, hangi Allah filan? Bir tane Allah vardır!" diyerek azarladı.

Azarlanmaktan tahrik olduğum için mi, ne, birden, "Tek Tanrı"nın tek bir dini olmaz mı?" diye çıkışıverdim babama. "Ne bu böyle, çeşit çeşit? Davudilikmiş, Musevilikmiş, Hıristiyanlıkmış, müslümanlıkmış, Hinduluk, minduluk, bir sürü din var ortalıkta. Bir dindekiler, gerçek din bizim dinimiz, ötekiler sahtedir, diyerek diğer dinleri tanımıyorlar!.."

Babam, azarlamak yerine bu defa kuran diliyle cevap vermek isteyerek, "İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan kitabı hak olarak indirdi," diyerek bir şeyler konuşmaya başlayınca, gene dilini zapt edemeyerek,

"Gerçek ne?" diye sordu. "Senin için indirilen kitap mı? Onun için indirilen kitap mı?"

Babam bir salağa laf anlatma sabırlılığı ile şıra bardağını dikti kafasından, Ali"ye yeni bir işaretle tazelemesini emretti. "Gerçek olan, elbette Allah tarafından indirilen kitapların hepsi..."

Önümde duran votkasız şıradan bir yudum alarak dudaklarımı ıslattım, "Ama onlar senin kitabının ve ötekilerin kitabının sahte olduğunu iddia ediyorlar," dedim.

Ali yeni şırayı getirdiğinde, babam, ona doğru bakarken, "Sen de, onların kitabının eskidiğini, demode olduğunu iddia etmiyor musun?" diye sorunca zavallı Ali kendisine bir şey sorulduğunu sanarak,

" Kim, ben mi?" diye sordu.

"Aliciğim sana değil, sen işine bak," diyerek müdahale ettim ona. "Her peygamberin yeni bir din kurması neden? Neden inananlar arasında din çatışmaları yaratmışlar? İlk gelen dini geliştirseydi ya her peygamber. Öyle müjdeleselerdi, öyle uyarsaydılar."

Babamın sabrını zorluyordum. "Allah, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırır. Bunu Bakara Suresi söylüyor, ben değil. Bakara suresinin 213. ayetinde, "Allah, dilediği kişiyi / dileyeni dosdoğru yola iletir," deniliyor."

"Öyleyse, benim dinim, senin kitabın diye çatışmalar niye? Kutsal kitaplarda anlaşmazlığa düşenler, o kitabın taşıyıcılarından başkaları değil ki!. Din adına insanları hesaba çekmeye kalkanlar, kendilerinin bir tür göstergesi olan bu illetlerle insanlığı saptırmış, perişan etmiş, Allah"tan ve dinden tiksinir hale getirmediler mi zaten?."

"Tabii ki, her devirde iyilik, güzellik ve hayır sergileyenlerin varlığı da inkar edilemez."

"Onların varlığı, Kur"an adına insanları Allah"ın vekili edasıyla yönetmeye kalkışan rejimlerin ve onların diktatörlerinin dinimize verdiği korkunç zararları hafifletti mi? "Şeriat isterük!" diye galeyan yaratmak isteyenlere sorarsan, ağzınla kuş tutsan, onlar gibi değilsek, tu kakayız, kafiriz, dinimiz de, kitabımız da, her şeyimiz de sahte..."

Bu son sözlerimde, dinimizin, kitabımızın sahte olduğunu iddia ettiğimi sanan babam sinirlerini kontrol edemeyerek, "senin bombok bir herif olduğunu biliyordum, ama ateist olduğunu henüz öğrenmiş oldum. Rezil rüsva!" diye bağırdı. Son gelen şirayı dikti kafasından, bitirdi, kızgınlıkla kalktı yerinden, "gözüm görmesin seni, bir daha! Benim evim satanist tapınağı değil, ne zaman iman eder, tövbe eder, hidayete erer isen, o zaman gel evime! Yoksa, kendine kalacak başka bir yer bul!" diye söylenerek yalpalaya yalpalaya çıkışa doğru yürüdü.

Yanına yetişerek, "beni yanlış anladın babacığım, ben yobaz takımının bizi nasıl gördüğünü anlatmak istedim…" derken, sarhoşlaşmış olan babam sinirleri iyice kontrolden çıkmış bir halde bana döndü, yaratana sığınarak bir tokat patlattı suratıma. "Düş yakamdan, Allah düşmanı!"

Daha neye uğradığımı anlayamadan, babamı çıktı, gitti.

Kendi kendime sinirlenerek, "Hay, dilimi eşek arısı sokaydı da…" diye söylenmeye başladım. "Tutamadım çenemi." Geçtim, oturdum masaya. Ali"ye önümdeki votkasız şırayı götürmesini söyledikten sonra yeni bir şıra daha ısmarladım. Tokadı yediğim yanağımı ovuşturarak, "adam, ne yapıp etti, bastı gene tokatı," diye mırıldanarak gülmeye başladım.

Ali de dalgasını geçerek, "iyi döşedi ama, değil mi abi?" diye sordu.

"He, iyi döşedi Ali! Senin salaklığın yüzünden!" diye çıkıştım oğlana

O ise hala dalgasındaydı. "Valla bi dene de sen döşersin dediydim ya..."

Onun sözünü keserek, ona: "Babalara vurulmaz oğlum!" dedim.

*

( Babalara Vurulmaz Oğlum... başlıklı yazı AliKemal tarafından 9.11.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu