Gün yitip gittiğinde,
tek tesellim: Yaşadığım şükür ve her niyazımda, adını andığım o dipsizlik…
Dibe vuran bir gölgenin
sureti kadar yanık ve istifli bir yalnızlık iken hükmeden, çoğalttığım
bilinmezlikleri hizaya sokuyorum: İşkillendiğim dokunmazlığında hayatın, bir
çerçeveden ibaret iken iç sesim, konduramadığım bir sıfata denk düşmekte
benliğim.
Görüntülerin kaygan ve
kaypak içgüdüsü sağaltmakta hükümranlığını kederin. Konuşlandığım bulutlarda
yüksek ökçeli ve acımasız ne çok öngörü.
Sığındığım sıcak kucağı
annemin ve boyutsuz sefilliğim iken peyder pey eksilirken ömür… Güne yığdığım
anlamsızlıklara bakıyorum ve safça soruyorum aynadaki aksime: Bir boyut mademki
hapsolduğum ne çok katresi o sefil ve acımaklı bakışlarla nüksederken pervasız
hükümleri ve tahakkümleri, bağnaz gölgeler yakarken canımı biteviye.
Ruhani ne çok edim bir
türlü cisme nail olamazken hayal yüklü zerrecikler: Bir kıyısında hüzün bir
kıyısında anlamsızlık ve sefilce harcanıyorum bozuk para zihniyetinde, her gün
bozduruyorlar ceplerindeki yekûnu.
Biriktirdiğim yansımalar
aydınlık kılacağına bir nebze de olsa, değil şefkat yüklü bir bakış, biteviye
hüzün ve itham yığılmakta her ıslandığımda ve örselendiğimde hatta ıskalandığımda.
Sorular sadece yanlış
cevaplarla eşleşmekte bu bağlamda, öğrendiğim hiçbir bilgi ve öğreti yetmemekte
bu bilinmezliği mütemadiyen kurcalasam da yetmiyor bildiklerim, yetmiyorum,
yetinemeyen kim varsa yermede üstlerine yok.
Rastladığım buz
dağları, tüm soğuk bakış ve esrikli o oyunbaz söylenceleri serpiyor bir bir
üzerime, ansızın hâsıl olan o hutbede kaybolmaksa payıma düşen, sadece adını
anıyorum ölümün zira biliyorum ki cehennem ateşi hepten konuşlanmış ölümlü
dünyanın her bir miliminde.
Boyutsuz bir güncenin
ilk satırına tekabül ettiğim çok ama çok uzun bir hutbe ve tek dinleyicim var
ki ramak kala sona, ediminde o dipsizliğin, kırık bir lehçeye denk düştü ansız
seyri şu ahir ömrün.
Önce gün yitti sonra
kayboldum bir düş öncesi. Düş ertesi çıkacaktım hâlbuki yolculuğuma: Elimde boş
bir kutu ve istiflediğim ölü düşler. Ümmetinden ayrıştıramazken kendimi, o
kaybolmuşluğun çeperi kadar sızlayan azıcık da hırpani bir yok oluş. Kah devinen
bir ruh kah sığıntı ve mecazi bir bilinmezliğin kim bilir kaçıncı soluğu…
Soluduğum hüznün gıyabında rest çektiğim üç beş münafık yergi.
Şaha kalkmış kaç tane
kırık imge varsa hele ki sızım sızım sızlayan yürek sesim... Belki bu
sessizliğimdir ara sıra dokunan acının tüm tahribatından kaçınmak adına
devindikçe bir imgeden diğerine.
Soluk bir ten biraz da
kara gökyüzü ve pejmürde bir kılıf oturduğum koltuğun üzerini örttüğüm bir o
kadar kıyafetimle uyumlu belli ki karışmak istiyorum gölgelere. Hicap edilesi
bir detay mı yoksa ansızlığın sona devrettiği o devrik sancı belki de hesabını
kestiğim yeni bir kayboluştur kim bilir…
Türettiğim garip bir
aksanı var, yanılsamalara yol açan hırçın yanımın, oysaki gölgelenmiş duvar
dibi süsü gibi ahkâm kesiyorum evin en ücra köşesinde yaşattığım ya da
yaşadığım o aksesuarda gizlediğim yetilerime rest çekerken devre arası
yalnızlığımı. Kırçıl bir siluet karşıdan yansıyan hatta öylesine bir tahakküm
tüm yaptırımı ile koşullandığım yegâne unsur, insan olarak kalabilmenin
mücadelesini vermekle iştigal ettiğim. Sanırım bu yüzden tüm kayıtsızlığım ve
bu yüzden tüm tedirginliği geride kalanların. İzleklere sığdırdığım
kayıplarımın çalıntı o yeknesak neşesine ortak olmak bir yana garip bir anlam
kaybı: Kâh çaldığım bir gölge kâh çaldırdığım yeni bir hayal. Ve boydan boya
seriyorum içimde saklı kalanları yetmedi arayıp buluyorum yeni dertler.
Yetmezmiş gibi eksiltili düşlerim, o esrikli yadsımazlığına tevafuk olmuşken
kalan yarım, bu sefer peyda oluyor zaman sihirbazı. Oysaki daha dündeydim ve
ansızın yarına uzuyorum bir girizgâhta yol almak adına sonsuzluğa tekabül
ediyor acılarım. Acıyan ama acıtmayan yine de acındıran kim varsa.
Detaylarda kaybolmak bu
olsa gerek yoksa iki nokta arasındaki o çizgi mi bir türlü üzerinde yürümeyi
beceremediğim? Seğirttikçe inanılmaz bir ivme ile güç buluyorum tam da yere
düşüp ölmüşken. Sanırım her ölüm sonrası yaşadığım o doğum sancısı her dem beni
bana yakın kılan. Ve aklıma takılıyor bir dostun temennisi: Kendinle barışık olduğun…
Sahi neydi cümlenin sonu? Yoksa başı bile olmayan bir hikâye miydi yolumuzun
kesiştiğine kani olduğum?
Anlık evrelerden
müteşekkil o boyutsuz zaman çizelgesi ve günlerden ibaret yoksun kılındığım
aydınlık üstelik sere serpe uzandığım düş imgesi o çalıntı mizacı aydınlık
adına yolunu gözlediğim belki de bir aşk hikâyesi her gün çalıntı rolleri ile
gıybet bildikleri bir sarnıç, mütemadiyen bölünen ve mutasyona uğramış garip
bir var oluş sancısı.
Mizacı aşkın, doğurgan
bir kadın kadar üretken ve hırçın hele ki boyutsuz türetilmişliği yok mu
insanoğlunun…Sakıncalı bir düşün kim bilir kaçıncı evresi de yitip gitti zaman
sarkacı devindiği o ikilem yüklü tutarsızlığı yok mu…
Lal olmuş dilim ve
dilimlenmiş kalan yarım… Sahi yoksunluğu girdabı mı kaybolduğum yoksa var
oluşumun tutuk dili mi konuşlandığım… Yine de mimlenmiş o lakayt dokunuşu belki
de kimsesizliğimin kollarında kendimden geçip sonsuzluğa uzandığım her an
ölecekmiş gibi yine de hayata duyduğum aşk kadar vazgeçilmezim hele ki münferit
bir beyanat iken altına imzamı attığım: Düşten de öte kanmazlıkla yudumladığım
ve kendimi alamadığım o nüktedan yakarış bir adım ötemde kavuşmayı dilediğim ve
dillendirdiğim anbean, günbegün…