Soylu ailesinin geldiğini haber veren zil
çaldığında, salondaki yemek masası
üstünde pasta ve çörek tabaklarıyla uğraşan Nisa hanım, “Otur, yavrucuğum!
Misafirlerimizi ben karşılayayım,” diyerek oğlunun kalkmasını önleyip kapıyı
açmaya gitti.
Nisa hanımın,
“aman efendim, buyurun, buyurun! Hoş geldiniz! Geçin içeri…” vaveylâları
arasından İzzet beyin, “iyi akşamlar, komşu!” diye seslenişi duyuldu.
Misafirler salona geldiklerinde Bedri Bey de, Halil de gelenleri karşılamak
için ayaklanmıştı. Salona ilk giren Ümmühan’ın elinde küçük bir hediye paketi
vardı. Bedri bey de misafirleri karşılayarak, “Hoş geldiniz, İzzetçiğim!”
diyerek kapı önüne geldi.
Tokalaşmalar,
öpüşmeler…
“Hoş geldiniz,
İzzet amca!”
Ayşe ve İzzet
Soylu, Halil Kaya’yı yanaklarından öperek kucakladılar. “Sen de hoş geldin,
oğlum! Bitti ha?”
Halil Kaya, onlara
da, “bitti sayılır,” diyerek belirsiz bir cevap verdi. Neyin bitip bitmediğini
sorduklarını anlamıyordu; çünkü, biten değil, başlayan bir serüven vardı
önünde…
İzzet Soylu’nun
ise kastettiği doktora sınavlarıydı, “O halde, geçmiş olsun, doktor bey!” diye
takıldı.
Halil Kaya’nın
kendisine doktor diye hitap edilmesi garibine gitmişti. Doktor!...
Çocukluğundan beri, doktor denildi mi, aklına hep tabipler gelirdi. O, bir
dereceyle ateş ölçüp, derece üzerindeki rakamları bile okumayı beceremezken,
doktor diye hitap ediliyordu ona… Dr. Halil Kaya… Adamın iltifatına
karşılık, “Sağ ol, İzzet amca!” derken,
en kısa zamanda, bir kartvizit bastırtıp, üzerine böyle yazdırmayı düşündü.
“Dr. Halil Kaya”…
Erol Soylu, onun
düşüncesini dillendirerek, “Sana bir kartvizit bastıralım, kanka. Üzerine,
şöyle, yaldızlı harflerle ‘Dr. Halil Kaya’ diye yazdırıp…” diye laf attı.
Ümmühan, dalga
geçerek, Halil’in yanına sokuldu; “Yazdırın… Bir de muayenehane açın…”
Ümmühan
sokulduğunda, Halil bu defa gafil avlanıp, kendisini öptürmemek için elini
uzaktan uzattı kıza. Oysa kızın da onu öpmek gibi bir niyeti yoktu; bu defa da
uzatılan eli sıkıp tokalaşmak yerine, o ele, elinde getirdiği hediye paketini
tutuşturdu. “Soylu ailesinin, size mezuniyet hatırası,” diyerek de ekledikten
sonra yanından geçip, gitti, yemek masasındaki sandalyelerden birisini çekip
oturdu.
Herkes
koltuklarda bir yere çömelirken, Halil Kaya oturduğu yerde, nezaket gereği
açması gerektiğini düşünerek, Ümmühan’ın eline tutuşturmuş olduğu hediye
paketini yırtarak açtı. Paketten, çok şık görünen iki kalem çıktı. “Bunları
daima yanımda taşıyacağım ve kullanacağım!” dedi. Halbuki onun yıllardır alışık
olduğu şey, bakkallarda satılan ucuz tükenmez kalemlerdi, bunları onlar kadar
rahatlıkla kullanabileceğinden kuşkuluydu.
Ayşe Soylu, “güle
güle kullan! Onları, Ümmühan seçti,” dedi.
Halil, bu Ümmühan
empozelerinden gına getirmeğe başlamıştı. Galiba, kendisi dışında ki herkes
(belki de Erol da dahil) başına bir çorap örmek hinoğluhinliği peşindeydi;
kimsenin günahını da almak istemiyordu ama, gören göz de kılavuz istemiyordu.
Ümmühan, “Çam
sakızı, çoban armağanı…” derken, Halil’in kendisine hala, bir teşekkür etmesini
bekler gibiydi. Halil Kaya bunu kolaylıkla anlayarak, teşekkür etmedi.
Büyüklerin
birbirlerinin hatırlarını sormaları başlayınca, Ümmühan’ın teşekkür beklentisi
de unutuldu, gitti.
“Nasılsın
komşucuğum, görüşmeyeli beri?”
“İyiyim be
komşucuğum, nasıl olsun? Halil oğluma bir hoş geldin diyelim dedik işte… ”
“Vallahi çok iyi
etmişsiniz… Siz nasılsınız İzzet bey?”
“İyiyim komşu,
sağol… Sen de iyi görünüyorsun maşallah, Bedri’ciğim…”
”Eh, işte…
Oğlumuz gelince her derdimiz bitti, gitti evelallah… Sen nasılsın bakalım
Ümmühan kızım, son görüştüğümüzden beri?”
“İyiyim Bedri
amca. Sizi gördüm daha iyi oldum.”
Hatırlaşmalar
bittiğinde Bedri bey, Nisa hanıma, “biz de bizim mezuniyet hediyesini verelim
mi artık, hanım, ne dersin?” diye seslenince, Nisa hanım ayaklandı, gitti,
vitrinden araba anahtarlarını alıp getirerek Bedri beye teslim etti.
Bedri bey avucunu
konulan anahtarları Halil Kaya’ya uzattı. “Buyurun, arabanızın anahtarlarını…”
Halil Kaya,
babasının şaka yaptığını sanarak,
“ Bir arabaya
sahip olabilmek için, herhalde yirmi sene tasarruf yapmam gerekecek,
babacığım,” dedi.
Nisa Kaya, “Baban
mezuniyet armağanı olarak verirse, yirmi sene tasarruf yapmana gerek kalmaz,”
diye düzeltti.
Bedri bey, “annen
kafamın etini yedi, oğluma mezuniyet hediyesi olarak ver, diye! Ne
yapabilirdim?” diye izah etti.
Halil Kaya,
mahcup oldu. “ Babacığım, otuz yıllık memuriyetinin sonunda emeklilik
ikramiyeni verip alabildiğin bu arabanın, senin için çok kıymetli olduğunu
biliyorum…”
Onun için bu
arabayı kabul edemem, diye tamamlayacaktı sözünü ama, Bedri bey o fırsatı
vermeyerek sözünü kesti.
“Alıncaya kadar
bir kıymet ifade ediyormuş. Aldıktan sonra, bir kıymeti kalmadı. Kapının önünde
paslanıp duracağına, senin işine yarasın!”
Halil Kaya,
verilen hediyeyi reddedebilmek için çırpınarak, bir kez daha konuşmayı denedi:
“Bana en büyük hediyeyi, beni okutarak zaten verdiniz, siz!...” Sözünü bir
türlü tamamlatmıyorlardı. Bu defa da tam, seni arabandan ayırmak istemiyorum,
diyecekti ki, annesi atıldı.
“Çok konuşma!
Annen baban bir karar vermişlerse, ona uyman gerekir…”
Babası da anneyle
aynı şekilde, “Bizim kararlarımıza karşı çıkacak bir evlat yetiştirmedik biz!”
diye söylendi.
Halil Kaya, bu
tatlı sert azarlamalarla avucuna sokuşturulan anahtarları tutarken, onların
avucunu yaktığını hissetti…