Bir var oluş
felsefesiydi, özümsese de sahip olamadığı yaşantılar. Edimsel kıyametlerdi
peyda olan, yüksünen yok oluşlar, kırık aşklar, çetrefilli ihanetler belki de
ölümün çığlığı…
Garipsese de
garipsenmediği, öykünüp soyutlanmadığı hatta Tanrı’nın ayak izleri ki metruk
dünyaların tek ışığı.
Kırık bir pencere
kanadına konan o beylik umut ışığı kadar devasa olsaydı keşke varlığı, ödemekle
yükümlü olduğu ne varsa…
‘’Hey, sen!’’ dedi,
duyulmazken sesi. Görünmediğine kani olduğu her kimse, tepki vermezken.
Ya yokluktu
tanımlayamadığı ya da kördü gözleri ürkünç bir tabloyu görmezden gelmek adına.
Gözükse de dâhil olmak
istemediği, ister istemez bir merak uyanmıştı işte. Girip girmemek arasında
gidip geldi adımlarken pencere pervazını. Gök kubbe ışıl ışıldı ve yüreği ümit
dolu. Yuva belleyeceği tutunacak bir dalı yoktu üstelik kaç zamandır.
İçeriden gelen seslerle
irkildi. Genç irisi bir adam ilişti gözüne ve usulca yana çekildi.
Görünmediğine pek de emin değildi. Ama emin olduğu bir şey vardı ki; adam
fazlasıyla öfkeliydi. Derken bir kadın girdi odaya. Kucağında bir şey vardı
lakin anlayamamıştı kadının neden bu kadar korktuğunu. Ve kımıldadı kucağında
saklı olan. Ve anladı: Bu küçük canlı onların yavrusuydu diğer bir deyişle
ufacık bir bebek…
Adam bir yandan bağırıyor
bir yandan kadının üstüne yürüyordu. Neydi dertleri de bu denli öfkeli ve
gaddardı adam?
Kadın gerisin geri
kaçarken ayağının takılmasıyla tepe taklak düştü. O küçük canlı odanın tam da
ortasına savrulmuştu. İniltisi kulak tırmalayacak kadar derin ve acı dolu idi.
Bir hışımla bebeği kaptı adam. Pis pis sırıtırken, gözlerindeki o deli bakış
penceredeki misafiri bile korkutmuştu.
Mizansen oldukça
korkutucu idi işin aslı ve ötesinde, insanoğlunun vahşetini ortaya seren bir
cehennem, zebaninin başrolünde olduğu.
Yerdeki kadın bir şey
kavramıştı elinde: Uzun ve keskin bir bıçak: Gün ışığını bile teğet geçen garip
ve çekici bir parlaklık…
Daha fazla dayanamadı
bu manzaraya seyirci olan dişi kumru. Yuva niyetine, pencerenin köşesine
yığdığı çer çöpe baktı ani bir kararla, kendini koruma içgüdüsüyle kabarttı
tüylerini bir hışımla ve karanlığa rağmen süzüldü gökyüzüne, yolunu
aydınlattığı kadarıyla ay ışığı, gecenin koynuna doğru yol aldı.
Bir an evvel
uzaklaşmalıydı insan denen canavarın öfkesinden. Son kez baktı içeri:
Kadının üstü başı kan
içerisinde, bebeğini kucaklamış ve sessizce ağlıyordu. Bebeğin sesi kadınınkine
karışmış yerdeki adam ise hareketsiz yatıyordu.
Gözlerine inanamadı
anaç kumru, olmayan kuş beyniyle ne düşündü ne de fikir yürütebildi ne de olsa
insanoğlu kadar akıllı değildi ama acımasız da değildi onlar gibi.
Sahi, insanoğlu ne
kadar zamandır böylesine acımasız ve kötüydü üstelik yaratılmış en üstün varlık
olma iddiasıyla, kendini yere göğe sığdıramazken…
Görüp göreceğine tanık
olmasının yanı sıra insanlardan neden bu denli korkmasının altında yatan sebebi
anlamıştı: Bir kuş bile yavrusuna sahip çıkarken, hangi gerekçeyi sunabilirdi
de bir canlı-üstelik adı insan- nasıl bir diğerinin hayatını sonlandırabilirdi?
Dişi kumru ne
düşünebilecek bir kapasiteye sahipti ne de akıl yürütebilecek bir zekâya ama
sevip, korumak Tanrı’nın ona sunduğu eşsiz bir hazineydi çoğu insanın sahip
olamadığı.
Uçarken kararını da
verdi: Mümkün mertebe insanların uzağında olmalıydı yuvası ve yumurtadan
çıkacak yavruları.