Sincan,
şen canlı insanların yurdu anlamına geliyordu.
Cumhuriyetin ilan edildiği ilk yıllarda tarım ve
hayvancılıkla uğraşan yirmi sekiz haneli küçücük bir köydü. Romanya
Köseabdi’den Türkiye’ye gelen yüz hanelik bir göçmen grubu, Atatürk’ün emri
üzerine Sincan’a yerleştirilmişlerdi. Bunlar, gelirken yanlarında getirdikleri
lale soğanlarıyla, devletin kendilerine tahsis ettiği tarlaları lale
bahçelerine çevirmişlerdi. Çiçekçiliğin yanı sıra sebze ve meyve üretimi ile
Osmanlı dönemlerinden beri işletilen kil ocakları da, köylülerin refah içinde
yaşamalarını sağlıyordu. Çalışmak için şehir merkezine gidip gelenler de çoktu.
O sıralarda sanayi tesisleri ile kombinalarda çalışanların da gelip
yerleştikleri, ayrıca Romanya ve Bulgaristan’dan gelmeye devam eden göçmenlerin
yerleşmeye devam ettikleri köy gitgide büyüyerek nihayet bin dokuz yüz seksen
üçte ilçe yapılmış ve Büyükşehir Belediye sınırları içerisine alınmıştı. Bin
dokuz yüz doksan yılında Ankara Sanayi ve Ticaret Odası
tarafından kurulmuş olan Organize Sanayi Bölgesi’nin de burada yer alması ve
bölgedeki yerli yabancı yüzlerce fabrikanın çalışanlarının da ilçeye
yerleşmeleri, o yıldan itibaren ilçeyi çok büyütmüştü. Bu ani büyüme nedeniyle gecekondulaşma çok
yaygındı. Sincan bugün artık sekiz yüz altmış bin nüfuslu koca bir şehir
olmuştu.
Lale bahçelerinin en yoğun olduğu Yenikent mevkiinde,
bahçeler müteahhitler aracılığıyla çoktan betonarme binaya dönüşmüşlerdi. Bir
tek Kazım Köseabdi, bahçesini müteahhitlere teslim etmeyerek Romanya’dan gelen
babasının mirasına sahip çıkıyordu. İnat ederek müteahhitlere kaptırmadığı yedi
dönümlük bahçe, her ilkbaharda, yerleşim alanının tam da ortasında rengarenk
açan lalelerle göze batan bir güzellik oluşturuyordu.
Lalenin ömrü kısa oluyordu, daha yaprakları açmamış
tomurcuk halindeyken kesimi yapılıyordu ve pazarlama aşamasında kendi kendine
oluşumunu tamamlayıp tüketiciye ulaşıyordu. Kazım Köseabdi’nin müşterileri
şehirdeki çiçekçi dükkanlarıydı, ama arada sokak satıcıları da alıcı oluyordu.
Nazlı çiçek lale ekiminden pazarlanmasına kadar emekle
üretilebiliyordu. Kazım’ın bu konuda şansı iyi sayılırdı, ilk çocuğu olan
İsmail’in haytalıkları bir tarafa bırakılırsa, bu işleri gözü kapalı götüren
çalışkan üç kızı vardı.
İlk kızının adı Lale idi. Lale adını taşımaya layık,
güzeller güzeli bir kızdı Lale. Onun hemen bir yaş küçüğü Çiğdem’di. Çiğdem,
hep Lale’nin gölgesinde büyümüş, ezik bir kızdı. Üç numaranın adı ise Sinem’di.
Sinem doğduktan iki ay kadar sonra karısı kanserden
ölen Kazım çok önemli bir akciğer hastalığından dolayı Hacettepe Tıp Fakültesi
hastanesinde yatıyordu. Kızı uğuruyla gelmişti dünyaya ve Kazım hastalığı
yenerek taburcu olmuştu. Ondan sonraki süreçte babasının kucağından düşmeyen,
şirin bir kız olarak büyümüştü Sinem.
Dedesinin ismini taşıyan İsmail, küçük yaşta sigaraya
alışmış, okumamış, sorunlu bir çocukluk dönemi yaşamıştı. Kazım, onunla, ne
yakın davranarak, ne de dayak atarak da baş edememişti. Kişiliği oturmayan
oğlan ergenlik dönemine geldiğinde ise iyice çığırından çıkmıştı. O artık
sigaradan başka eczanelerde reçetesiz satılabilen bir takım uyuşturucu etkili
haplarla kafayı bulan, hapların etkisiyle de kıran, döken, ali kıran baş kesen
kesilmişti. En çok kızlara oluyordu eziyeti. Her üçü de onun sadistçe attığı
tekmelerle, yumruklarla büyüyorlardı. Kazım için artık, o bir evlattan daha
çok, bir düşmandı.