Kendime bilgisayarı yasakladım. Artık, bütün bir gün masa başında pineklemiyorum.
Evden çıkıp kafamın estiğince yürüyorum. Saatlerce! İstanbul'un her gün değişik bir sahilinde vakit geçiriyorum.
Kendimi cezalandırdığım ilk gün altmış yaşımda ve tam yüz otuz kiloydum. İlk zamanlar, hareketsizlikten dolayı zayıf düşmüş olan bacak adalelerim her on, on beş dakikada bir oturup dinlendirilmek istiyorlardı. Kolay değildi tabii, yüz otuz kiloyu taşımak! Girdiğim sıkı diyetle ve uzun yürüyüşlerle, bir yıl içinde bu iki rakamı da küçültmeyi başardım. Şimdi doksan üç kiloyum ve kendimi elli yaşında gibi hissediyorum.
Bilgisayarda oyalandığım günlerde 'facebook' sayfamdaki profil bilgilerimde yaşımı kırk, boyumu bir seksen beş ve kilomu da seksen beş kilo olarak kaydetmiştim; tek doğru boyumla ilgili bilgiydi, hiç kimse gerçek yaşımı da, kilomu da bilmiyordu. İnşallah, bu günlerde bu sahte bilgiler gerçek olacak. Kilomu doksanın altına çektiğimde yapacağım ilk iş işinin ehli bir estetikçinin ellerinde sarkık tüm derilerimi gerdirterek kafamdaki kelliğe saç ektirmek olacak. O durumumda eminim ki, kırk yaşından fazla göstermeyeceğim.
Bir bilgisayardan kurtulmuş olmanın getirilerini görüyor musunuz? Oysa o internet denilen baş belası yüzünden başıma gelmedik şey kalmamıştı. İnsanlarla kolayca iletişim kurabildiğim bir araçtı; ne var ki, ben azıcık ipin ucunu kaçırmıştım.
Tam üç defa evlenip boşandım ben!
İlk eşim Hatice, liseden aşkımdı ve evlendiğimizde ikimiz de yirmi yaşındaydık. Yirmi yıl süren evliliğimiz boyunca bana üç evlat vermişti. Beni, ikinci eşim olan Türkan ile ilişkimi öğrenince boşadı. Türkan'la evliliğimiz çok kısa sürdü; onu, şimdilerde evli olduğu Haluk ile ilişkisini öğrenince ben boşadım. Sonra bir daha evlenmemeye karar vererek bekarlığın keyfini sürmeye başladım.
Şebnem, sahibi olduğum mağazanın icra takip işlerini yürüten avukatımdı ve kendisi gibi avukat olan Ali ile evliydi. Güzel, bakımlı bir kadındı. Baştan çıkartıp gönül eğlendirdiğim pek çok kadın gibi, onu da baştan çıkartmak için zaman ayırmaya başladıktan sonra, sert bir kayaya çarptığımı anlayarak çark etmek zorunda kalmıştım. Evet, Şebnem hiç yüz vermemişti. Bu durumun yarattığı hırsla onu baştan çıkartmaya çalışan bir hovardadan, deli dolu bir aşığa dönüşmüştüm. Umutsuzca, boşan Ali'den benimle evlen, diye yalvar yakar peşinden koşuyordum. I-ıh! Nuh diyordu da peygamber demiyordu! Bir gün, yakın bir arkadaşımla kafaları çekip dertleşiyorduk. Daha doğrusu ben dertlenirken arkadaşıma beni teselli etmek düşüyordu. Bu efkarlı halime çareyi üreten de bu arkadaşım oldu. Şebnem'ime kavuşabilmem için ürettiği fikir dahiyaneydi! Evet, evet! Madem ki Şebnem'i baştan çıkartamıyordum, ben de kocası Ali'yi baştan çıkartacaktım!
Piyasadaki profesyonel baştan çıkartıcıları araştırmaya başladık. Aman Allah'ım! Baştan çıkartıcılık ajanslarına girip çıktıkça kataloglardaki fotoğraflarda beğeniye sunulan meslek erbabı kızların güzellikleri karşısında dilim tutuldu. Yıllarca mağazamdaki tezgahtar kızları ya da mağaza müşterilerini baştan çıkartarak hovardalık yaptığımı sanıyormuşum da haberim yokmuş; hovardalığın kralı bu katalog kızlarından birini kiralayıp kendimi baştan çıkarttırarak yapılmalıymış ki, işin zevki olsun! Şimdilik bu zevki benim sayemde Şebnem'in kocası Ali yaşayacaktı.
Yaşadı da! Salak herif tuzağa o kadar kolay düştü ki, baştan çıkartıcıyla yemek yedikleri lokantadan yattıkları otel odasına varıncaya kadar her yerde çekilmiş fotoğrafları ve videoları "bir dost" aracılığıyla Şebnem'e ulaştırılır ulaştırılmaz kıçına tekmeyi yiyiverdi. Bana da zavallı kadını teselli etmek düştü. Ona, benimle evli olmuş olsa, hiç bir zaman böyle bir ihaneti yaşamayacağını söylediğimde, hadi evlenelim madem, deyiverdi. Keşke demeseydi de beni uğraştırmaya devam etseydi. Bu işi bu kadar kolay kotarınca ona olan aşkım bitiverdi ve hovardalık damarlarım kabarmaya başladı. Bu evlenme teranesiyle birlikte olmaya başladıktan sonra, o evlenelim diye bastırdıkça ben oyalama taktikleri geliştirmeye başlamıştım. Bu böyle bir yıl kadar devam ettikten sonra ona olan ilgim tükenmişti. Tam da ilişkimize nokta koymak üzereyken, o erken davranıp, çocuğumuz olacak, deyiverdi. Altı aylık hamileydi; büyük bir ihtimalle kürtaj yaptırması için baskı yapacağımı tahmin ettiğinden altı aylık olana kadar hamileliğini saklamıştı benden. Kırk üç yaşındayken baba olmak bana ne kadar itici gelse de, o henüz otuz üç yaşındaydı ve bir türlü eski kocası Ali'den tadamadığı annelik duygusuna dört elle sarılmıştı. Bu vesileyle çaresiz, nikah masasına oturdum. Doğrusunu söylemek gerekirse, yeniden evli olmak iyi de gelmişti hani! Kızımız dünyaya geldikten sonra hayatım onunla doluvermişti. Kendimi emekliye ayırarak şirketin idaresini üç oğluma devrettikten sonra, kızım ve ben bütün günümüzü birlikte geçirmeye başladık. Şebnem avukatlığı sürdürüyordu. Bütün günü sahibi olduğu avukatlık bürosunda geçiyordu. Biz de kızımla oynaya, uyuya büyüyorduk. Bu büyüme faslı o kadar çabuk oldu ki, kızım ana okuluna, ondan sonra da ilk okula, ondan sonra orta okula, ondan sonra liseye gitmeye başladı. Kızım okulda, karım yazıhanesinde, adliyede, ben de evde yalnız başıma...
İşte! O lanet olasıca internetle tam da bu dönemde tanışmış oldum.
Altmışa merdiven dayamıştım.
Yalnış bilgilerle kendime bir facebook sayfası edindikten sonra diğer facebook sayfalarını rast gele araştıra araştıra uygun gördüğüm bayan sohbet arkadaşlarını eklemeye başladım. Onlarla kendimi farklı bir kişilik haline getirerek, kurduğum sohbetlerle hoşça vakit geçirmeye başlamıştım. Öyle sıradan sohbetlerdi hepsi! Örneğin, biri sahibi olduğu köpekten bahsetmeyi çok seviyordu. Ben de hiç sevmediğim halde, sırf muhabbet olsun diye, onun bu köpek sevgisine ortak oluyordum. Bunun gibi şeylerdi işte yazıştıklarımız. Bazen de ben Şebnemle ve kızımla gittiğimiz tatil beldelerinden bahsediyordum; tabii ki, Şebnem'i ve kızımı işin içine sokmadan. Bekar olduğumu yazmıştım ki, kadınların ilgisini başka türlü çekemezdim. Bu ilişkilerle kendimi özgür hissediyordum ve bu hoşuma gidiyordu. Ben sanal alemde usta bir avcıydım artık. Bu şekilde yüzlerce kadın avlamıştım. Sayfama her gün yüzlerce mesaj bildirisi düşüyordu. Hepsine yetişmeye çalışıyordum. Her kadın ayrı bir maceraydı.
Ne yazık ki, gözlerimin iyice yorgun düştüğü bir gün gizli facebook sayfamı kapatmayı ihmal ederek uyuya kalmıştım.
O gün, Şebnem hiç yapmadığı bir şeyi yaparak açık olan sayfamı araştırmaya başlamış. Tabii, mesajlar bölümünü açar açmaz yıllardır yaptığım tüm sohbetleri birer birer okumuş ve her birini kopyala yapıştır yöntemiyle kendine ait sayfaya aktarmış.
Uyandığımda evde, hem kızım, hem Şebnem yoktular. Geç olmuştu. Yoğun bir telefon trafiğinden sonra onların, beni terk ederek kayınbiraderimin evine sığındıklarını öğrendim.
Hemen ertesi hafta bilgisayarımdaki mesajlaşmaların birer kopyası önüne konulan hakim, bizi tek celsede boşayıvermişti. Vicdansız adam!
İlk işim, yuvamın yıkılmasına sebep olan bilgisayarımı çöpe atmak oldu. Oh olsun, kurtulmuştum işte ondan. Bundan sonra bana bilgisayar yasaktı!
*
Şebnem ile bir yıl süren ayrılığımız sırasında uzun yürüyüşlerle ve uyguladığım diyetlerle, evvelce bozuk olan sağlığımı düzeltmiş, adeta gençleşmiştim. Bütün gün sinema, tiyatro, konser, davet demeden kapı kapı gezip dolaşıyor, arada sırada da idaresini ilk eşimden olan iki oğluma bıraktığım mağazaya uğrayıp işlerin nasıl gittiğine bir bakıyordum.
Akşam olupta evimin duvarları arasında sıkışıp daraldıkça hıncımı elimdeki zapping aletiyle televizyondan çıkartıyordum; her televizyon kanalı iktidar borazanı gibiydi, bu yüzden televizyondan nefret eder olmuştum. Okumak için yüzlerce kitap almıştım, ama henüz birini dahi baştan sona okuyup bitirememiştim. Zaman zaman elime kâğıt, kalemi alıp yalnızlık ve ayrılık temalı şiirler ve kısa öyküler karalıyordum.
Birgün evimde ziyaretime gelen arkadaşım Kemnur, yazdığım bu karalamalara bir göz gezdirip de beğenince, "bunları www.edebiyatdefteri.com sitesinde paylaşsana," dedi. "Senin gibi şiir ve yazılarını orada paylaşan birçok insan var. Senin yazdıklarını onlar okur, onların paylaştıklarını sen okursun; oyalanır gidersin..."
Şebnem ile yaşadığım sıkıntılar dahil her şeyimi güvenerek paylaştığım, dertleştiğim arkadaşımın bu önerisi cazip gelmişti fakat bilgisayarım yoktu. "Ben kendime bilgisayar kullanmayı yasakladım. Bilgisayarımı çöpe attım," dedim.
"Bilgisayarsız bir hayat olur mu yahu?" diyerek güldü. "Olumlu şeyler için kullanırsan bilgisayar iyi bir meşkaledir. En kısa zamanda yeni bir bilgisayar edin. Seni bahsettiğim o siteye üye yapalım; göreceksin bak, keyif alacaksın."
Beni ikna etmişti; hemen ertesi günü yeni bir loptop alarak telefonla Kemnur'u çağırdım. Bunun için gerekli olduğunu söyleyerek e-mail adresimi ve şifresini verdiğim arkadaşım kısa bir uğraşıdan sonra beni bahsettiği o edebiyat sitesine üye yaptı. O günden sonra da yazdıklarımı paylaşmaya başladım. Bu yeni meşgale hayatıma gerçekten de bir renk katmıştı.
Gene de yalnızlık çekilir şey değildi. Günler birbirini tekrarladıkça hayatım monotonluk içinde can sıkıyordu. Altmış yaşındaki bir erkek ne olursa olsun, bir aileye ihtiyaç duyuyordu. Artık bir sünepe gibi yaşamak istemiyordum. Bu duygularla Şebnem ile barışıp, yaşamımı onunla ve kızımla bir arada sürdürmeyi kafaya takmıştım.
Şebnem'in karşısına dikilip barışma isteğimi dillendirdiğimde hemen reddedildim. Şansımı zorlamak için araya hatırlı eşi dostu koydum, fakat gene reddedildim. İnatçı kadın nuh diyor, peygamber demiyordu.
Bana düşkünlüğünden özel bir haz duyduğum kızım liseye giden kocaman bir ergen olmuştu ve annesine, benden ayrı yaşamak istemediği için baskı yapıyordu. Onun bu tavrından sonra az da olsa barışma umutları yeşermeye başlamıştı. Örneğin birkaç kez üçümüz birlikte yemeğe çıkarak yaptığım hatalardan büyük ders aldığımı, aynı hataları bir daha asla tekrarlamayacağımı anlatma fırsatı bulmuştum. Onun ikna olmak ile olmamak arasındaki gelgitleri karşısında umudumu yitirmeden sabırla bir araya gelmemizi bekliyordum.
En son buluşmamızdan sonra, kızımızla birlikte bir haftalığına tatile çıkacağını ve orada son kararını verip bana bildireceğini söylemişti. Kararının olumlu olması için sürekli dua ediyordum.
Bu beklenti ile geçmek bilmez zamanın tutsağı iken bir gece o gün yazdığım bir kısa öyküyü paylaşmak için bilgisayarımı açtım. E-mail adresime "Kırmızı Gül" ismiyle bir not geldiğini gördüm. Eskiden yazıştığım kadınlardan birisi bir mesaj yollamış olmalıydı. Bu tür mesajlaşmalar yüzünden yuvam yıkılmamış mıydı? Açıp bakmayacaktım işte!
"Ama, ya önemli bir not ise?" Merakımın tahriği ile açıp bir bakmayı düşündüm. "Şayet o kadınlardan gelen bir şeyse cevaplamazdım, olur biterdi..." Mesaj kutuma girdim. Tıklamam için bir link gönderilmişti. Merakla tıkladım. Açılan yeni dosyadan ekranı kaplayan birçok gül ortaya çıktı. Ekrandaki bu gül harekâtı bir anda iri puntolarla yazılmış hareketli bir yazıya dönüştü. Yazı aynen şöyleydi: "Herşey geçmişte kaldı. Seni seviyorum!"
Mesajın Şebnem'den geldiğine inanarak, sevindim. Hemen, 'cevap ver' tuşunu tıklayıp "ben de seni seviyorum! Nihayet barışacak mıyız?" diye yazarak 'gönder' tuşuna bastım.
Az sonra ondan gelen cevabi mesajı da sabırsızlıkla tıklayarak okudum: "Barışıp barışmama kararımı sana yarın bildireceğim. MSN adresini açık tut. Saat dört gibi cevabımı okursun..."
Yalnız yaşamanın sıkıcılığında sabır etmeyi öğrenmiştim; ertesi günü saatin dört olmasını da sabırla bekleyebilirdim.
Yanılmışım. Ertesi sabah uyandığımdan itibaren saati bir türlü dört yapamamıştım.
Geçmek bilmeyen zaman, heyecan içinde geçip de saat dört olduğunda ise hemen MSN adresime girip açtım. Öyle heyecanlıydım ki, kalbimin atışlarını hissedebiliyordum.
Şebnem, söz verdiği gibi mesajını yollamıştı. Hemen tıklayıp okudum...
Keşke okumaz olsaydım! O kısacık mesaj bütün dünyamı altüst ediverdi. Aynen şöyle yazıyordu: "Düşündüm, taşındım ve seni affedemeyeceğime karar verdim. Barışmayı unut!"
Aklımdan şaka yapıyor olabileceğini geçirdim; hemen cevabi bir mesaj yollayıp: "Şaka yapıyorsun değil mi?" diye sordum. "Lütfen şaka yaptığını yaz!"
Yazmadı. Öylesine büyük bir gerginlik yaşamaya başladım ki, hırsımdan bilgisayarı yere çarpıp parçalamak istiyordum.
Bu sıkıntılar içinde kıvranıp dururken kapı çalındi. Gidip açtım. Karşıma çıkan iki serseri kılıklı adamın ceplerinden çıkartıp gösterdikleri kimliklerinde polis oldukları yazıyordu. Ben daha ne olduğunu anlamaya çalışırken, onlar bileklerimi arkamdan kelepçeleyiverdiler!
Bir çok cevapsız kalan soru sormaya başladım. "Ne oluyor? Neden kelepçelediniz beni? Beni nereye götürüyorsunuz?..."
Beni, "Bizimle Dolandırıcılık şubesine geliyorsunuz!" diyerek alıp götürdüler.
Neler olup bittiğini bir türlü anlayamıyordum. Apartman sakinleri kelepçeli bir vaziyette götürülüşümü şaşkınlık içinde seyrederken, biz eski model bir otomobile binip yol almaya başlamıştık bile...
Götürüldüğüm bürodaki görevliden bir şeyler öğrenebilirim umuduyla, "neler olduğunu birisi anlatmayacak mı bana?" diye söylenmeye başladım.
Bürodaki resmi kılıklı polis, "neler olduğunu bize sen anlatacaksın!" diye terslendi.
"Neyi anlatacağım?"
"Yaptığın dolandırıcılığı!"
"Ne dolandırıcılığı imiş o kardeşim? Ben dolandırıcılık filan yapmadım!"
"Bu son iki gün içinde yaptığınız çeşitli işlemlerle banka hesabınıza iki milyon lira para yatırıp, oradan da bir başka bankadaki bir başka hesaba havale etmişsiniz."
"Kesinlikle öyle bir işlem yapmadım. Hem, anlayamıyorum, öyle bir işlemde suç unsuru olan ne? Ben iş adamıyım, banka hesabına yıllarca para yatırıp, başka hesaplara para havale etmiş bir adamım..."
"Beyefendi! Bırakın bu saf numarasını! Banka hesabına on ayrı kişinin hesabındaki paraları havale edip, toplanan iki milyon lirayı da bu gün dört sularında bir başka banka hesabına aktarmışsınız. Havale ettiğin şahıs da parayı oradan çekmiş. Kimlerle iş birliği yapıp tezgahladın bu dolandırıcılığı? Şu olayı detayıyla bir anlat bakalım!
"Hasbinalla velimen vekil! Yahu memur bey, ben itibarlı bir iş adamıyım. Böyle işlerle bir alakam olamaz benim..."
Boşuna nefes tüketiyordum. Onlar, yapmaları gerekeni yaparak hazırladıkları evraklarla beraber beni Cumhuriyet Savcısına götürdüler.
Karşısına çıkarıldığım Cumhuriyet Savcısı, olayın detaylarına girerek ahiret sorgulamasına başladığında başımın nasıl bir derde girmiş olduğunu da anlamış oldum.
"Bakın, dün kırmızı gül notuyla başkalarına ait tam on ayrı hesaptan iki milyon liralık havale yapmışsınız!"
Kırmızı Gül mü? Aman Allah'ım! Neler oluyor? Dehşetle irkildim. Şebnem'den geldiğini sandığım mesajın rümuzuydu kırmızı gül. Havaleleri yapanın açıklama bölümlerine düştüğü 'kırmızı gül' notuyla, mesajda kullanılan 'kırmızı gül' rümuzu arasında bir bağlantı mı vardı acaba, ya da bu bir tesadüften mi ibaretti?
Cumhuriyet Savcısına, "kırmızı gül notuyla mı, dediniz?" diye sordum. "Evet," yanıtını alınca da gelen mesajdan bahsettim. "O mesajın bu olayla bir ilgisi olabilir mi?"
Cumhuriyet Savcısı da duyduklarından dolayı şaşkınlık içindeydi. "Ben maalesef bilgisayar özürlüyümdür, internetle alakalı pek bir şey bilmem; bu işi uzman birine devretmeliyiz," dedi. Dahili telefonuyla adını andığı uzman görevliyi odasına çağırdı.
Yanımıza gelen uzman eleman tarafından sorgulanmaya başladım.
"Şu hikayeyi bana da anlatınız!"
Olan bitenleri ona da anlattım.
Teknik eleman, "Atladığınız bir şey daha olmalı," dedi.
Oysa her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım.
Adam, "gelen mesajları cevapladım mı demiştiniz?" diyerek anlattıklarım içindeki detayları tekrar tekrar sorgulamaya başladı.
"Evet! Mesajında beni sevdiğini söylediği için, cevaben, ben de seni seviyorum, diye yazmış ve benimle barışmaya karar verip vermediğini sormuştum. O da bana, bu konudaki kararını yarın saat dörtte bilddireceğim, demişti..."
"Bütün bunlar e-mail ile yazışmalarınız, öyle mi?"
"Evet!"
"Aynı şeyleri telefonlaşarak da konuşamaz mıydınız?"
"Konuşamazdık, çünkü Şebnem ve kızımız yurt dışında tatildeydi ve telefonlarımız yurt dışı görüşmelere kapalıydı."
"Hım..."
Teknik görevli Cumhuriyet Savcısına sokulup onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Konuşulanları duyamıyordum, ama Cumhuriyet Savcısının kulağına fısıldananları başıyla onayladığını görebiliyordum. Bu sessiz dialogdan hemen sonra teknik eleman odadan çıkıp gitti.
Cumhuriyet Savcısı bana gülümseyerek, "bu anlattıklarınız doğruysa, sizin lehinize bazı gelişmeler olabilir," dedi. "Aksi taktirde uzun yıllar tutuklu kalacaksınız..."
Altmış yaşındaydım. Uzun yıllar cezaevinde kalmak demek, ahir ömrümü cezaevinde tamamlamak demekti; bu ihtimalle tüylerim diken diken oldu.
Az önce çıkıp gitmiş olan teknik eleman geri geldiğinde beni Cumhuriyet Savcısının odasından bir başka odaya götürdü. Götürüldüğüm odada yalnız başıma bırakıldıktan sonra uzun bir zaman yanıma hiç kimse gelmedi. Neler oluyordu? Bu, cevabını bir türlü veremediğim bir soruydu... Nihayet yanıma Cumhuriyet Savcısı ve teknik eleman geldiğinde az da olsa rahatladım.
Cumhuriyet Savcısı, "hadi bakalım, gözün aydın; serbestsin!" dediğinde, gerçekten büyük bir şok geçirdim. Sinirlerim öyle bir zayıflamıştı ki, bir çocuk gibi başladım ağlamaya...
Teknik eleman da beklediğim açıklamayı yaparak, "verdiğiniz ifade doğrultusunda yaptığımız araştırma ile asıl dolandırıcılar tespit edildi," dedi. "Sizi e-mail ile yazışmaya ikna eden asıl dolandırıcı, sizin bilgisayarınızın IP numarasını bu yolla öğrenerek bilgisayarınıza girmiş ve sizin tüm bilgilerinizi ele geçirmiş. Sonra da başka hesaplardan sizin hesabınıza para aktarmış ve daha sonra da bu paraları başka bir bankada sahte kimlikle açtığı bir hesaba havale edip çekmiş."
"Allah Allah! Allah Allah!" Şaşkınlığım iyice ayyuka çıkmıştı. "Peki, bu dolandırıcı kimmiş? Kimliği belli mi?"
Cumhuriyet Savcısı, "Tanıdığınız biri," diyerek gülümsedi. "Adı, Kemnur!... "
Kemnur adını duyunca şaşkınlığım iyice arttı. "Ama... Ama o benim arkadaşım!"
"Biliyoruz... Arkadaşınıza bazı hesaplarınıza dair şifreleri vererek bilgisayarınızı kullandırttığınızı öğrendik. Nasıl olur da bir başkasına şahsi bilgilerinizi verebilecek kadar güvenebilirsiniz, anlaşılır gibi değil! Kusura bakmayın ama, bunun için biraz aptal olmalı insan..."
Evet! Ben bir aptaldım, hem de aptalın en önde gideni. Bunu, ertesi sabah tatilden dönen eski eşim Şebnem'i avukatlık bürosunda ziyaret ettiğimde çok daha iyi anlayacaktım.
Gözaltında tutulmaktan kurtularak Adliye Sarayından ayrılır ayrılmaz bir taksiye binerek evime gittim. Hemen banyoya girdim ve adeta üzerimde bir kir gibi yapışıp kalmış suçlamaları defalarca yıkayarak paklamaya çalıştım. Gece epeyi geç olmuştu, vurdum kafayı, yattım. Hemen ertesi sabah tatilini bitirip bürosunda çalışmaya başlamış olan Şebnem'e koştum.
"Tamam mı sevgilim? Düşünüp karar verdin mi? Barışacak mıyız artık?"
Şebnem, tüm öfkesiyle öyle bir çığlık attı ki, korkudan betim benzim attı. "Bana sevgilim deyip durma serseri! Hani diğer kadınlarla ilişkini bitirmiştin? Hani bir daha yazışmayacaktın onlarla? Git o kırmızı gül rümuzlu şıllığa sevgilim de, bana değil, aptal herif! Bir daha gözüm görmesin seni!"
Eve döndüğümde ilk işim bilgisayarımın adeta yolarak elektrik kablolarını toparlayarak götürüp çöp konteynırına atmak oldu. Bir taraftan da, "Başıma açtığın bu felaketler için Allah seni davul eder inşallah Kemnur!" diye beddualar ederek hüngür hüngür ağlıyordum.
*
Çek ile ödeme yapmak sık başvurulan ödeme yollarından biridir. Bu çek bolluğunda bazı çeklerin karşılıksız çıkması da mümkündür; o nedenle ticaret erbabı, çeki kabul etmeden önce bankadan çekin karşılığının olup olmadığını sorar. Bunu yaparken bankaya telefonla ulaşırsanız genellikle bilgi alamazsınız, çek ve iş yerinize ait kaşe elinizde bankaya gidip bizzat sormanız gerekir. Çekin karşılığı çıkarsa hemen orada kaşeleyip, imzalayıp ciro ederek parayı çekebilirsiniz; yok eğer karşılığı çıkmazsa da çeki henüz kabul etmediğiniz için bir işlem yapmadan ve yaptırmadan götürür sahibine iade edersiniz, ama çeki kabul etmişseniz, banka yetkilisine çekin arkasına 'karşılığı yoktur' notunu düşürüp imzalatarak avukatınıza teslim edersiniz ve karşılıksız çeki kesen şahsı hapishaneye yollarsınız. Burada özen gösterilmesi gereken husus, karşılıksız çıkan çekin arkasında onu ciro ettiğinizi gösteren kaşe ve imzanızın olmamasına dikkat etmektir; aksi takdirde çek tutarını kesen değil, siz üslenmek zorunda kalırsınız. Tıpkı benim gibi...
Yirmi beş yıllık emeğimle büyüttüğüm konfeksiyon mağazasını ve konfeksiyon fabrikasını ilk eşimden olma iki oğluma emanet ettikten sonra yaşamaya başladığım emeklilik döneminde yaptığım bir takım aptallıklar sonucu üçüncü evliliğimde bitmişti. Can sıkıntısıyla sık sık Bağdat Caddesi üzerinde bulunan mağazaya uğrayarak vakit geçirmeye çalışıyordum. Bunlardan birisinde mağazayı yöneten küçük oğlum fabrikadaki abisi acil bir iş için çağırınca, benden yokluğunda mağazayla ilgilenmemi rica ederek fabrikaya gitti.
İşlerden uzun yıllardır uzak durmuştum, bu emanet hoşuma giden bir nostalji yaşatıyordu. Gerçi, mağazaya girenler, çıkanlar arasında işleri saat gibi yürüten personelden bana bir iş düşmüyordu. Ben de ikram edilen kahveyi yudumluyordum.
Mağaza önünde, kaldırım kenarına lüks bir otomobil park ettiğinde dikkat kesildim. Şoför mahallinden inen çok şık bir adam, arabanın önünden dolaşıp çok güzel bir kadının inmesine refakat ederek doğruca mağazaya girince heyecanlandım. Beni heyecanlandıran kadının ağzımın suyunu akıtan güzelliğini yakından görecek olmamdı. İçimden, "şu kadınla geçireceğim bir gece için on milyar verirdim," diye geçirdim. Hovardalıkla tükettiğim altmış yılda bu kadar güzel bir kadınla birlikte olduğumu hiç hatırlamıyordum.
Adam, kadından neredeyse kırk yaş daha yaşlı bir kazanovaydı. Herifin her yanından zenginlik akıyordu ve zenginliğinin verdiği özgüvenle her tavrı rahat ve soğukkanlıydı. Kadını, "istediğin herşeyi al," diye mağazanın içine yolladıktan sonra yanıma gelip, "Merhaba beyefendi!" diyerek benimle tokalaştı. "Bendeniz Oktay Giray!"
"Memnun oldum efendim. Bendeniz de Hasan Yılmaz! Bu mağazanın sahibiyim."
"Çok güzel... Bendeniz de Giray Petrolcülük şirketlerinin sahibiyim."
Sevgilisine, istediğin herşeyi al, diyen bir petrolcü! Anlaşılan mağazanın bugünkü cirosu bir hayli artacaktı. Adamı hemen masama buyur ettim, kolonya, şeker, kahve ikramlarıyla hoşnut etmeye çalıştım. Göz ucumla da getirdiği kadının yaptığı alışverişi gözlemliyordum. Deneyimli personelim de yağlı müşterinin kokusunu almış, üçü dördü birden kadına en pahalı kreasyonumuzu taktim etme telaşına kapılmıştı. Kadın ise gösterilen her kıyafeti beğenerek personelime zorluk çıkartmıyordu.
Nihayet alışveriş tamamlanıp da satılan kıyafetler özenle ambalajlanarak fatura kesildi. Alınanlar tamı tamına sekiz bin lira tutmuştu. Petrolcü, sevgilisine, "bu kadar az şey mi aldın? Bir şeyler daha alsaydın ya!" derken ceketinin iç cebinden çıkarttığı çek karnesinden bir yaprağı doldurup imzaladı.
Mağazayı kendim yönettiğim yıllarda çek ile alışverişi hiç kabul etmemiştim. İşleri oğullarıma devrederken de onlara, "çekten uzak durun!" talimatı vermiştim. Bu prensibimin gereği, petrolcüye, "kusura bakmayın! Çek kabul etmiyoruz," dedim.
Petrolcü, bu tavrıma hemen tepki gösterdi. "Taktir edersiniz ki, sekiz bin lira cebimde taşıyamayacağım kadar büyük bir para! Ben, şehirlerarası yollarda yirmi tane petrol istasyonu ve dinlenme tesisleri olan bir iş adamıyım. Yaptığım işler sürekli yüksek meblağlı olduğu için tüm ödemelerimi çekle yaparım... Aldığımız şeyler kalsın mademki, gidip başka bir mağazada yapalım alışverişimizi!"
Adamın bu restini duyan güzel sevgilisi hayal kırıklığı ile bakakaldı.
Adam aslında haklıydı! Meblağ nakit ödeme yapılamayacak kadar yüksek bir rakamdı. Mağazayı böyle yüksek bir meblağdan mahrum etmemek adına, "biz sizi burada ağırlarken, muhasebecimiz parayı bankadan çekse..." diye önerdim.
Adam önerimi memnuniyetle kabul etti.
Mağaza adına imza atma yetkisi sadece bana ve oğullarıma ait olduğundan, çeki muhasebeciyle yollarken arkasına basılan kaşenin üzerini imzaladım. İmzaladım, çünkü çekin karşılıksız çıkabileceğine en küçük bir ihtimal bile vermemiştim ve muhasebecinin parayı çekip getireceğine çok emindim.
Oysa muhasebecim, "çekin karşılığı yokmuş," diyerek döndü. Bu benim için bir hayal kırıklığı oldu.
Petrolcü ise adeta çıldırdı. Cep telefonundan aradığı her kimse, tehditler savurarak uzun bir konuşma yaptı. Konuşma biter bitmez de bana dönerek, "bu işi kendim halletmem gerekecek galiba! Aldıklarımızı bekletin. Bankanın önünde park sorunu vardır şimdi, arabam da ben dönene kadar mağazanın önünde dursun! Sevgilim de biraz misafiriniz olsun, gidip çeki kendim tahsil edeyim!" deyince, alınanlar mağazada kaldıktan sonra, üstelik pahalı bir otomobil de mağaza önünde park edilmiş haldeyken, kendi çekiyle gitmesi, sonra da parayı getirmesi kabul edilebilecek bir şeydi.
O anda çekin arkasını ciro ettiğim aklıma geliverse ya! İşin o yanını o an, maalesef unutmuştum.
Petrolcü çıkıp gitti ve o gidiş.
Misafir edinip güzelce ağırladığımız kadın da sıkılmıştı. Söylenmeye başladı. Kadına, "sevgiliniz dönmeyecek mi yoksa?" diye sordum.
Bana, "ne biliyim ben!" diye çıkıştı. "Tanımam, görmem..."
Tanımıyormuş. Sinirlenerek, "Beraber geldiniz ya, nasıl tanımazsın?" diye azarladım.
Kadın, soğukkanlılıkla, "beraber geldiysek geldik. Paramı sen öde, seninle de istediğin her yere giderim, noolmuş?" diyerek gülümsedi.
Kadın, kiralanan bir fahişeydi. Yapılacak bir şey yoktu. Kadını yolladım, gitti. Adamın arabası kapı önünde duruyordu, almak için nasıl olsa gelecekti.
Adam arabayı almak için de gelmedi, ama kötü haber tez günde geldi. Çekin arkasını ciro etmiş olduğumdan, petrolcü aynı çekle başka bir mağazadan sekiz milyarlık alışveriş yapmıştı ve tabii ki, çeki ciro etmiş olduğumuzdan çek tutarı ilgili mağaza tarafından bizim hesabımızdan tahsil etmişti.
Araba mı? O da maalesef "kiralık otomobil" şirketinden Oktay Giray sahte kimliğiyle kiralanmıştı. Kiralama şirketinin sahipleri arabayı park edildiği yerden alıp götürürken ben salaklığım nedeniyle kendi kendime küfür etmekle meşguldüm.