Hiçliğimin
kırıntılarına muhalifim ve yozluğumun körelmiş inancında, aykırı duran her bir
tümceye.
Yokluğun tınısında darp
edilmiş bir düş’ün kaçıncı düşkün imgesiysem, sağalttığım üzünç duvarına edepli
bir destur yükleyip, anlamsızlığın kıyısında gözü pek bir devrim mahiyetinde,
yoldan çıkmışlığını görmezden geldiğim aşk kıvılcımlarından muzdaripim.
İklimlerin yakasında,
yonttuğum ucu sivri düşlerin tahammülsüzlüğüne sığındığım en aykırı mizaçları
görmezden gelen akla zarar yaratılarını yine hayal dünyamın, imlediğim varsıl
ikametlerine rehin verdim.
Dün bir, bu gün iki ey
sefil ve kayıp rotam.
Serzenişlerim en
aykırısından o taraf tuttuğum güncemin en sıra dışı yalnızlığı kadar sefil ve
nasıl da dokunaklı bir tını, yine de yoksunluğumun Tanrısı bir eziyet iken
dillendiremediğim.
Dilden dile yayılan
asılsız hikâyelerin sıradan kahramanları kadar duyumsamaktan aciz ve belli ki
kısmetini tepen en akılsız canlı.
Süzgün bir ömrün hangi
çalıntı kıtasıysa sayamadığım dizelerden mütevellit ve hangi keyfe keder ve
sığıntı üzünçse zararını yadsımaktan aciz bir varlık iken şu ikilem yüklü
mizacında ve görünmezliğinde rest çektiğim o aykırı aşktan arda kalan.
Gönülsüz bir cümle
kadar yorgunum.
Aslı astarı olmayan o
yalnızlık iken kıblemde terk edemediğim ve en acı yankıysa duymalardan çok
uzak.
Sonu gelmeyen bir şarkı
benim dillendirdiğim ve en aykırı söylence nazarımda konduramadığım o
bilinmezlik kadar çokça hicap ettiğim.
Başka ne mi yapmalıyım?
Aklıma gelmeyen bir
öngörünün bağımsızlığında, sağaltmakla yükümlü olduğum dünlerin ve üzünçlerin
tekelinde ve tüm durağanlığında hayatın, bilfiil sorguladığım benliğimin
duvarlarına çarpan en aksi ve en acı yüklü sancılarını görmezden gelemediğim
onca safsatanın hükümsüzlüğünde, diri diri gömüldüğüm balçık yüklü mezarımın en
soğuk ve beyaz taşı iken, henüz ismimin yorgun güncesinde, birer ikişer
azalırken yankılar ve duyumları insan denen ırkın…
Yapmaktan kendimi
alıkoyamadığım en saplantılı yükümlülüğü kadar yorgun bir ömürden sızan yine
kalemin her izdüşümünde aralıksız sorguladığım bilinmedik yanım kadar ayan
beyan bir var oluş iken, yüreğimin kıblesinde aralıksız yanıp sönen o ışık…
Bir devrin kayıp
nizamı, bir gölgenin aydınlıkla dansı ve en civcivli saltanatlığında var
oluşunu yine kalabalıklara taşıyan adsız kadın ve adamlar.
Ne mi yapıyorum?
Duyumsadığımı
duyumsatmak adına hatta sürrealist bir edim kadar edindiğim şu anlamsızlıkta
yorgunluğa peşkeş çektiğim ne çok duygu, her şekilde yansıyan yine de emin
olamadığım bir paralellikte, baştan aşağı donattığım beyaz sayfasını günün
tezahüründe, tüm yoldan çıkmışlığımı görmezden gelemeyip de, satır satır
döşediğim.
Kozamdan ayrı düştüm
mademki ve mademki her satır başı telaşı yine benden bir parça belledim.
Ayrı düştüğüm onca
insandan yansıyan, ayrı kalamadığım önsezilerimin sağalttığı özlem ve elem
yüklü her bir edimden yoksun kılamazken benliğimi.
Yaptığım mı yapmaya ant
içtiğim mi?
Yüreğimden sızan bir
cümlede takılı aklım, aslında çok uzaklardan günümü ve ömrümü delen bir söylem:
‘’Başka hiçbir şey
yapmayın, yazın.’’(Raymond Queneau)
Ya zor olan nedir
sizce?
Yaşamak mı yaşadığımı
yazmaktan ibaret bir edimden ibaret iken özlem duyduğum ve doyamadığım üstelik
anbean çoğaldığım en aykırı iklimlerden yolum düşmüşken sayısız ikileme.
En aydınlık yanımla
geldiğim bu düş çukurunda, içinde debelenmekle yükümlü olduğum bir düş
pazarında, yadsıyamadığım ama her nasılsa yalıtıldığım ve belli ki
belirsizliğin katmanlarında yol almışlığımı görmezden gelirken bir alay insan.
Alay yüklü ömürlerin
çatısını yükseltmekle, ayrı düştüğüm ve en aykırı varoluşun yoklukla imtihan
olduğu o serzeniş.
Tüm yanılsamaları
mademki es geçtim, kim bilir hangi kayıp özneden ibaret şu evrenin yoksunluğu
yine de varlığını tescillendirirken…
Söylemediğim ama için
için söylendiğim.
Söz konusu olandan
ziyade satır aralarına yığdığım.
Ve belki de edebiyattan
ibaret bir hayatın güncesinde saf tuttuğum en uç ve müphem düş’ün kucağında
terk edilmişliğimden ibaret iken hayat denen düş pazarında.