Zaruri bir kullanım
olmasa gerek şu sözsüz iletişimimin yürek mağarasında ıssız bir terennümde raks
etmesi.
Kuytulardan açıldıkça
enginliğe, sığ bildiğim sözsüz gözler de öksüzlükten nasibini alıyor.
Yetim bir yakarış zaten
şafağın ısıttığı o var oluş sancısı.
Kundera’dan çıkıp yola
Kafka’nın büyük aşkına rahmet de okudum mu, sancılı bir teyakkuzla sırtımı
dayıyorum pervasızlığında kelimelerin çatık kaşlı bir terennüm iken ılgıt ılgıt
esen yine de poyraza delalet bir soğukluk, devrik bir yaşın yas’a hükmettiği
yoksa hükmedilen bir taarruz mu?
Savruk nidalar
serpiştiriyorum pastama ve pembeye çalan krem şantiyi pay ediyorum sevinç ve
hüzün kadar dağınık bir akıl ki çeldiğim mi çeldirdiğim mi?
Terennümü kayıp bir
şehrin en dingin nidasından yola çıkıp büründüğüm sessizliğin hangi aklı evvel
hegemonyası ise artık üstelik işkillendiğim cümle birlikteliğinden de alırken
payımı.
Dirayeti sınanan bizler
ki defalarca hezimete uğrayıp canhıraş bin bir umutla ektiklerimizin boyumuzu
aşması yine de memnuniyeti eksik bir o kadar serzeniş odaklı çatık kaşlı
fiiliyatla resmederken gamsızlığına delalet kekremsi bir tadı da kattık mı
an’a.
An… Silik bir resimden
nasiplendiğimiz ve boykot ederken tek teselli bildiğimiz yine dünden sırnaşan
üç beş hatırat bir bakıma kopamadığımız yoksa kopmaktan korktuğumuz mu?
An’dan kopuk olmak bu
olsa gerek.
Sükûnu delen en derin
çığlık yine duyguların coşkusuna kapılmayı maharet bilip mekândan ve zamandan
ayrı düşmek.
Ayrı düşmek… Ne tanıdık
bir hezeyan, ne kifayetsiz bir yorum ki yordamaktan aşırı yorgun düştüğüm.
An’ı sorgularken
yaşayamadığım o devingen rahmeti Tanrı’nın hele ki mazinin kısık sesi de avaz
avaz bağırmaya başladı mı…
Bilindik bir hikâye
aslında her birimizin maruzatı ya da çetrefilli bir hükümranlık nasiplendiğimiz
ve niyetlendiğimiz ama her şekilde kaşığımıza çıkana razı gelmemiz gereken.
İnsanız ve dahasını talep etmekle geçiyor ömür: Hep bana, hep bana ve bir
köşede unutulmuş çocuk sevinçlerimiz ne de olsa çocukluktan çıkıp yetişkinliği
hatmetmek bir meziyetmişçesine büyüyoruz ve büyütüyoruz hırslarımızı.
Karman çorman aklımın
koridorları ve birbirine geçit vermeyen fikirlerin telaşlı birlikteliği aslında
tutarsızlığı ki hangi mecra ise uzantısı birden bire hâsıl olan derin bir kuytu
yine makberi ömrün şu biteviye hırpani yozlaşmaların rehavet yüklü dokunuşuna
rast geldiğimiz…
Öylesine bir günün
öylesine bir saatine denk düşen hangi saplantı ise yine yükümlülüğü boyumu
aşmış.
Öylesine bir ömrün
hangi devre arası ise soluklandığım/ız.
Öylesine bir geçit ve tehdit
yüklü gölgelerden kaçmak adına ölümü göze aldığım.
Sevici gölgeler ve
devrik cümleler çapraşık bir nizamda, tüm boyutsuzluğunu evrenin es geçtikçe;
işte, diyorum: Bir gün sonrasının provasını tam da dün yapmışken, yarına
geçişte kim bilir hangi aklı evvel ve tezat bir pervasızlıkla es geçeceğim
mutluluğu yeniden?
Mutlak bir sevinç
gösterisi olsa keşke sığlarda rahmet yüklü bir dalgaya rast gelip de uzaklara
taşıyacağım yalnızlığım.
Keşke denen sözcüğü
çıkaramadım lügatimden ki nasıl da debdebeli bir yok oluş ve nasıl menfi bir
dürtü, olmazın oluru bir devrede mağlup gelmenin de ötesinde yok sayılmaktan
beter. Mademki tatmışız yaşamın ahengini her dem bir terennüme denk düşmek
istiyor insan: Bir kez daha ne olur ya da bir şansım olsaydı, demek en yorgun
telaffuzu yine varlığın dirayetinin sınandığı belki de yolunun kesildiği.
Sırra kadem basan bir
duyguyu da anıp cebelleştiğim günden yürekte saklı bir hutbede andığım her kim
ise, bilmek iyi geliyor doğrusu sevginin sıcaklığında naif bir dokunuştan nasiplenmek
nasıl da mutlandırıyor gün bitiminde hem belli mi olur, en azından
sahiplenilmek hele ki sahiplendiğimiz bir gönlün duvar dibine yaslanmak iken
vicdanın saflığa ve sevgiye olan özlemi.
Boyutsuzluk
indirgedikçe ve yüksündükçe dün’ün seyrinde; o miladi takvimin göreceli
farkındalığına niyaz yüklü bir yadsımazlıkla fısıldadığımız soluk bir tecrübe
belki de beyitsiz bir şiiri yine mal ederken genele yine de bireysel bir
gayretin onca sakıncalı hibesine nazire eden bir dokunuştan mütevellit geçmişin
yarın odaklı felsefesine bir bir yığdığımız ansız bir telaş mı da yoksunluğun
hicretine yükleniyoruz günbegün…
Temsili bir aşkın
muhafazalı yoksunluğu.
Yorgun bir gölge iken
kıyama duran yoksun bir kelamdan medet uman bir günceye sığdıramazken aklın
boyutsuzluğunu, mimlediğimiz kim bilir ne çok hikâye hele ki kahramanları
tarihe mal olmuş ama yine de yüksünmekten geri durmayan bir furya içten
pazarlıklı bir göreceliğin tufanında dokunaklı bir kelamda sarpa saran.
Mülteci imler büyük bir
tedirginlikle yorgan döşek serilmişken onca tümceyi kapsayan varsıl bir hidayet
yine aklın konduramadığı fakat gönülden rükû eden bir tekerrür sorunlu bir
sorumluluğun izdüşümünde nifak sokan bir terennüm nasıl peyda olduysa soytarı
bir sitemden arda kalan.
Sızıntı mahsulü, gönül
gergef işlerken sanrı yüklü hezeyanlarla cebelleşen fani bir tufan,
insansızlığın insani boyutuna kılıf geçirmekse maharet.
Siyahın acımasızlığı,
beyazın naif tınısı ve pembenin rahmet biçtiği.
Soluksuzluk kadar
derinden nail olmak belki de ölümün indinde, nazenin bir yok oluş şarkısı.
Sırça köşklerden ölüme uzanan o yolculuğun hikmetinden hâsıl olan ve tümlenen
yarımız tümlerken rahvan bir bileşkede yine pestili çıkmış yorgun bir ruha ne
çok gönderme yapsa da, mihenk taşı belli ki asılsızlığın yorgun siluetinde
demli bir yangını yok saymak kadar haznesinden taşan o mahcubiyetle tefekkür
yüklü…
Ceberut gölgeden ziyade
varlığın haznesinde yoksunlukla eş değer tüm duyumsanan. Aşkın rabıtasında,
umudun çeperinde, yoksunluğun tek kişilik hücresinde maharet bilmek tüm
kaygılardan nasiplenip de uzağında ırgat bir tesellide tüm boyutsuzluğun suspus
ve naif bileşkesine yüklediğimiz kontör misali bir tedirginlik yine imlerin
tekelinde, sağanağın pervazında ve konuşlandığımız hangi istikamet ise siper
ettiğimiz yüreğin savruk nidalarına dokunan bir ayak sesi üstüne üstük sessiz
bir rötuşla mimlerken hayatı ve beklerken şafağı…
Bir adım ötesi ölüm.
Bir öncesi karanlık.
An bellediğimiz yine de
ritüel bir çizgide kurmaya çalıştığımız o denge.
Soyutlanmaksa somut bir
varlığı evlat edinmek ki varlık addedilen yine doyumsuzluğu ruhun ve hangi
peşrev ise bir kalemde darmaduman eden tümden gelen bir hezeyanı rahmet bilmek
kadar da kutsal, o bilinmezliğin göreceli tahakkümü kadar sır yüklü iken evren
ve nasiplendiğimiz yine de daha fazlasını arzu ettiğimiz.