Bilseydim Söylemezdim
.
Arkadaşım Gülgün,
hiddetinden kıpkırmızı olmuş bir hâlde, bir elinin tersini öteki elinin avucuna
çarpa çarpa bana bağırıyordu:
“Neden söyledin,
sürprizimi bozdun! Boşboğaz, sen de!”
“Bilseydim
söylemezdim Gülgün. İnan ki istemeyerek oldu.”
“Söylemeden evvel
insan bir düşünür, değil mi? Bir sorar en azından. Böyle birdenbire söyleyince
hiçbir değeri kalmadı şimdi hediyemin.”
“Çok üzgünüm
arkadaşım. Bu kadar bağırmana da gerek yok ayrıca. Güzellikle söylesen de anlarım.
Kalbimi kırıyorsun.”
“Kırılırsa
kırılsın. Yaptığın hataya göre az bile bağırdım. Konuşmuyorum seninle.”
“Demek öyle. Bu
kadar basit, ha?”
“Evet, bu kadar
basit!”
Neye uğradığımı
şaşırmıştım. Yaptığı resmen çocukluktu. Çantamı kapıp hemen evlerinden çıktım. Gözlerimden
akan yaşlara mani olamıyordum. Kaç yıllık arkadaşımdı! Bu kadar saçma bir
nedenle arkadaşlığımızı bir anda silip atması nefsime ağır gelmişti.
Eve gelip kendimi
odama attığımda, olanları düşündüm. Gülgün o gün bana telefon açıp, “İşin yoksa
on beş dakika sonra buluşalım; alışveriş yapmaya çıkacağım.” demişti. Evlerimiz
arasında birkaç ev vardı. Yakın oturduğumuz için, en çok görüştüğüm
arkadaşlarımdan biriydi. Zevkime güvendiğinden dolayı, alışverişe giderken
genelde beni de çağırırdı. Onu kıramadım. Sözleştiğimiz gibi sokağın köşesinde
buluştuk. Birkaç mağaza gezdikten sonra en nihayet, almak istediği kazağı
buldu.
“Bu sana biraz
büyük değil mi?” dedim.
“Anneme alıyorum,
kendime değil.” diye cevap verdi.
Dönüşte “Bize gel,
bir çay içersin, sonra gidersin.” teklifine hayır diyememiş, onların evine
gitmiştim. Annesi Sabiha Hanım, insanlara küçük, büyük demeden candan davranan,
iyi yürekli bir kadındı. Güler yüzle “Hoş geldiniz.” deyip, bize çay getirmeye
mutfağa gitti. Biraz sonra üçümüz sohbet etmeye başlamıştık. İşte ne olduysa o
sohbet sırasında oldu ve ben Gülgün’ün çok güzel bir kazak aldığını söyledim.
Meğer ertesi gün Sabiha Teyze’nin doğum günüymüş ve Gülgün de annesine aldığı
kazağı ona doğum günü hediyesi olarak verecekmiş. İşte bütün patırtı bu yüzden
çıkmıştı.
Dostluklara önem
veren birisiydim. Kaldı ki Gülgün çocukluk arkadaşımdı. Bütün
patavatsızlıklarına rağmen onu çok severdim. Alttan alan taraf nedense hep ben
olmama rağmen, sabrım sayesinde, arkadaşlığımızı bozmadan devam ettiriyordum
ama bugünkü davranışı ve arkadaşlığımızı basit bir nedenle bitirmesi çok gücüme
gitmişti. İster istemez iki yıl önceki olayı hatırladım.
…
O tarihlerde yirmi
iki yaşındaydım ve üniversiteden yeni mezun olmuştum. Okuldan tanıdığım
Sinan’la kısa süreli bir arkadaşlığımız olmuştu. Ciddi bir adım atmak için
tahsil hayatımızın sona ermesini bekliyorduk ancak okul bittiğinde Sinan vakit
geçirmeden askere gitti. Şansına, kısa dönem çıkmıştı. Aradan bir hafta
geçmeden bana telefon açtı. Heyecandan elim ayağım titriyordu. Bu sevincim
birkaç dakika sonra hayal kırıklığına dönüşecekti. Çünkü Sinan bana:
“Handan, üzülmeni istemiyorum ama sana veda etmek için bu telefonu
açtım. Sakın beni yanlış anlama. Senden ayrılmak istediğimi yüzüne söylemek
istesem de bir türlü cesaret edemedim.”
“Sen neler diyorsun Sinan? Ne ayrılması?”
“Fazla vaktim yok. Telefon için arkamda sıra bekleyen bir sürü kişi var.
O yüzden kısa kesmek zorundayım. Vatani görev hazırlığı yaptığım günlerde
ailem, beni askerden döndükten sonra, tanıdıkları bir ailenin kızıyla evlendirmek
istediklerini söyledi. ‘Benim düşündüğüm biri var.’ dediysem de kabul
ettiremedim. Sana da anlatmıştım. Babam çok otoriter birisidir ve ona karşı
çıkmam mümkün değil. Senden beni affetmeni istiyorum. Ne olur üzülme. Kader
böyleymiş.”
Ahizeyi kulağımdan uzaklaştırırken Sinan’ın hâlâ bir şeyler anlatmaya
devam ettiğini duyuyordum. Hıçkırıklarla telefonu kapattım. Aileme, Sinan’la
olan arkadaşlığımızı, ciddi bir boyuta gelmediği için söyleyememiştim. Hatta
Gülgün bile Sinan’ı okul arkadaşım olarak tanıyor fakat ileride evlenmek
istediğimi bilmiyordu. Annem ve babam günlerce yemekten içmekten kesilmeme,
yastığıma kapanıp ağlama krizlerine girmeme anlam veremiyor, beni doktora
gitmeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Sonunda durumu kabullendim ve normal
hayatıma döndüm.
Evimize sık sık girip çıkan bir kadın vardı. Annemin cami arkadaşı
Behiye Hanım… Beni de çok severdi. Anneme laf arasında “Tanıdığım iyi bir
ailenin oğlu var; istersen Handan’la onu baş göz edelim. Eğer siz kabul
ederseniz ben aracı olurum.” demiş. Durumu bana açtıklarında ruhen çökmüş
vaziyette olduğum için itiraz etmedim. Birkaç gün sonra Behiye Hanım görücülerle
birlikte çıkageldi. Damat namzedi gencin adı Ahmet’ti. Yeni mühendis çıkmıştı.
Yirmi altı yaşında, eli yüzü düzgün, yakışıklı birisiydi. Görgülüydü ve de hoş
sohbetti. Onu sevmem zor olmayacaktı. Her şey çarçabuk halloldu ve biz aile
arasında küçük bir törenle sözlendik.
Daha sözlenme arifesinde Ahmet bana evvelce başka arkadaşlıklarım olup
olmadığını sordu. Birbirimize şeffaf davranmamız gerektiğini anlattı. Ben de
Sinan’dan bahsettim. Onun da birkaç kız arkadaşı olmuş lakin fazla uzun sürmemişti.
Anlaşamayıp ayrılmışlardı.
Ailem Ahmet’le kısa zaman dilimlerinde görüşmemize ses çıkarmıyordu. O
yüzden, ara sıra, yemeye, deniz kenarında dolaşmaya, sinemaya falan gidiyorduk.
Her şey yolundaydı. Zaman geçtikçe, onun ne kadar iyi bir insan olduğunu anlamaya
başlamıştım.
Sinan üç ay sonra babasının vefatı üzerine askerden izin alıp evine
gelmişti. Bu esnada bana telefon açtı.
“Handan, hani sana avukat arkadaşına danışman için birtakım evraklar
vermiştim. Onlar bana lazım. Geri almayı unutmuşum.” dedi.
“Peki, birazdan getiriyorum.” diyerek telefonu kapattım.
Dediği olayı hatırlamıştım. Tapu dairesinde bir müşkülleri vardı. Bir avukat
arkadaşıma danışıp neticeyi telefonda Sinan’a aktardığım hâlde, kendisi o
günlerde askerlik işine koşuşturduğu için, sözünü ettiği o evrakları hemen geri
verememiştim. Sonra da fırsat olmamış ve bende kalmıştı. Son telefon
konuşmamızın ardından hafızamdan silinip gitmişti. Evraklar çekmecedeydi. Aldım
ve üstüme aceleyle bir şeyler giyip buluşma yerine gittim.
Bana attığı kazığın etkisiyle yüzüme bakamıyordu. Evrakları teslim
alırken, sözlendiğimi duyduğunu ve tebrik ettiğini, benim en güzel şeylere layık
olduğumu söyledi ve kendisini affetmemi istedi. Benden ayrılmasına sebep olarak
gösterdiği otoriter babası ölmüştü ne yazık ki. Evlenmemize bir mani kalmamıştı
ama ben artık başka birisinin sözlüsüydüm. Üstelik Ahmet’i Sinan’dan daha çok
seviyordum. Sinan’ın şu dakikada söylediği sözler çok sıradan geliyordu. Bir an
önce yanından ayrılmak istedim. “Hoşça kal!” diyerek döndüğüm esnada Gülgün’le
burun buruna geldim. Az ilerideki marketten bir şeyler almak niyetinde
olduğumdan ötürü, onunla sadece merhabalaştık ve yoluma devam ettim.
Yarım saat sonra eve geldim. Kendi kendime “Her işte bir hayır vardır.”
diyor ve ister istemez Sinan’la
Ahmet’i karşılaştırıyordum. Sözlüm, eski erkek arkadaşımdan her
bakımdan üstündü. Durumdan çok memnundum.
Akşam olmuş; babam işten dönmüştü. Annemle birlikte hazırladığım sofraya
oturup, yemeğimizi yedik. Televizyonda güzel bir film vardı. Hep beraber
izlemeye koyulduk. Saat 21.30 sıralarıydı ki kapı çalındı. Babam kapıyı açmaya
gitti; annemle bense filmi izlemeye devam ettik. Salona döndüğünde babamın yüzü
allak bullaktı. Elindeki şeyi son derece üzgün bir tavırla orta sehpanın üstüne
bıraktı. Bu şey Ahmet’in söz yüzüğüydü. Annemle ikimiz donup kalmıştık. Üç - dört
dakika kadar buz gibi bir sessizlik yaşadık. Babam kırık bir ses tonuyla,
“Gelen Ahmet’in babasıydı. Ahmet sözü atmış ama sebebini onlara bile
açıklamamış. Özür dilediğini, üzgün olduğunu, konuşmak istemediğini söyleyerek
çekip gitti.” dedi.
Dünya başıma yıkılmıştı. “Neden, neden?” diye hıçkırıyor, “Ne yaptım;
suçum ne?” diye bağırıp kendimi yerden yere atıyordum. Genç kızlık gururum fena
kırılmıştı. Daha birkaç saat öncesine kadar dünyanın en mutlu insanıyken, şimdi
ne olmuştu da bu haksızlık bana reva görülmüş; üzüntülere gark olmuştum? Ailem
beni teselli etmeyi, ne kadar uğraştıysa da başaramadı. Odama kapandım. Üç gün
boyunca sürekli ağladım ve tuvalete gitmek haricinde odamdan dışarıya çıkmadım.
Annem zaman zaman yemem, içmem için bir şeyler getirse de onlara da dokunmuyor,
adeta açlık grevi yapıyordum. Uykumda bile Ahmet’i ve sehpanın üzerine
bırakılmış hâliyle söz yüzüğünü görüyor, kâbuslarla uyanıyor, tekrar
hıçkırıklara boğuluyordum. Üç günün sonunda, ne olursa olsun bir açıklama
yapması için Ahmet’i aramaya karar verdim. Cep telefonu cevap vermiyordu.
Aileme “İçim içimi kemiriyor. Ahmet’e neden benden ayrıldığını sormak istiyorum
ancak telefonunu açmıyor. Mutlaka öğrenmem lazım. Yoksa çıldıracağım.” dedim.
Babam da, sözün bozulmasının ertesi günü, Ahmet’in ayrılma sebebini öğrenmek
istemiş ve babasının iş yerine uğramıştı. Aldığı cevap yine aynıydı. Onlar da
sebebini bilmiyorlarmış fakat oğullarının son derece kararlı tavrı karşısında
sözü bozmak zorunda kalmışlar. Zaten Ahmet de apar topar tatile çıkmış, ne
zaman döneceğini de söylememiş. Babam bunları anlattıkça yüreğim daralıyordu.
Sonunda dayanamayıp bayıldım.
Sözün atıldığını duyup durumuma üzülen arkadaşlarım beni teselli etme
yarışındaydılar ama Gülgün’ün yeri bambaşkaydı. Huysuz tavırlarını, tepeden
bakan, kibirli hâlini bir yana bırakmış, binbir şaklabanlık yaparak beni
güldürmeye, kafamı dağıtmaya çalışıyordu. “Aaah, ah! Senin kıymetini bilemedi,
inşallah yılanın birisine rastlar da görür gününü.” diye, intizar üstüne
intizar ediyordu.
Babam işin peşini bırakmamış, Ahmet’in dönüşünü gözlemiş. Biricik kızını
böylesine üzen birisi elbette bunun hesabını vermeliymiş. İşte sonunda, Ahmet
tatilini bitirmiş ve işinin başına dönmüş. İş çıkışında babamla karşılaştığında
yine hiçbir açıklama yapmamış, “Handan’a telefon açarım.” demiş. Babam bunları
bana ilettiğinde, gelecek telefonu merakla beklemeye başladım.
Sonunda Ahmet aradı. Sadece “Alo?” diyebildim. Yaşadıklarımın az buz
şeyler olmadığını tahmin ettiğinden olacak; beni üzmemeye ve kırmamaya
çalıştığını belli eden bir ses tonuyla ayrılma sebebini izaha başladı:
“Handan, ben de istemezdim böyle olmasını ama ilkelerime ters düşen
noktalara asla müsamaha edemeyen birisiyim. Sözü attığım gün evinize gelmek
üzereydim. Tam sokağa girdiğim sırada arkadaşın Gülgün’le karşılaştım. Hâl
hatır sorup sıradan bir - iki şey konuşuyorduk ki, bana senin evde olmadığını
söyledi. “Nerede?” diye sorduğumda, “Az önce arkadaşı Sinan’la konuşurken
görmüştüm, sonra başka bir yere gitti ama merak etme; geç kalmaz, eve gelir.” dedi.
“Okuldan arkadaşı Sinan mı?” dedim. “Evet, o…” dedi. Bu kişi, bana
anlattığından bildiğime göre, senin eski erkek arkadaşın. Sen artık benim
sözlümdün, oysa yine de onunla görüşmeye devam ediyordun. Açıklaması ne olursa
olsun; buna tahammül edecek bir erkek değilim. O yüzden sözü attım. Sebebini
kendi aileme ve senin ailene söylemeyişim, sırf senin zor durumda kalmaman
içindir. Bundan sonraki yaşamında sana mutluluklar dilerim.”
“Açıklaması ne olursa olsun” demişti. Bu sözünden sonra ne
söyleyebilirdim ki? Bütün izah yollarımı tek cümle ile tıkayıvermişti.
Kelimeleri beynimi bombalıyorken “Hoşça kal.” dediğini duydum. Boğazıma âdeta bir
yumruk tıkandığı için cevap veremedim. Telefonu kapattım. Ağlayamayacak kadar
yorgundum. Işığı kapatıp yatağa uzandığım esnada, annemin ayak seslerini
işittim. Oda kapımın önüne kadar gelip, geri dönmüştü. Yattığımı anlayınca beni
rahatsız etmek istememişti.
Yatağımda bir sağa, bir sola dönüp dururken düşünüyordum. “Ahmet ne
söyledi?” derlerse ne diyecektim? “Sinan’la görüştüğüm için sözü atmış.”
diyemezdim çünkü Sinan’ın varlığından haberleri yoktu. Üstelik hiç günahım
yokken onların gözünde de suçlu durumuna düşecektim. “En iyisi ‘Ahmet evliliğe
hazır olmadığını hissetmiş ve vakit geç olmadan bu işi bitireyim, demiş.’
şeklinde bir açıklama yapayım.” diye bir karar aldım.
“Gülgün’ün boşboğazlığı yüzünden oldu bütün bunlar!” düşüncesi beni bir
anda sinirlendirdi. Daha sonra onu da suçsuz buldum. Öyle ya; Gülgün benim
Sinan’la ciddi planlarım olduğunu bilmiyordu ve onu sadece sıradan bir
arkadaşım sanıyordu. Ahmet’le Sinan hakkındaki konuşmalarımızdan da haberi
olamazdı. Üstelik o gün Sinan’la beni birlikte gördüğünde, “Ahmet’e bu durumdan
sakın bahsetme.” diye tembihlememiştim de. “Bilseydi, söylemezdi.” diyerek son
noktayı koydum ve derin bir uykuya daldım.
…
İki yıl önceki bu olayları hatırlayınca, Gülgün’ün bana bugün ne kadar büyük
bir haksızlık ettiğinin farkına daha çok varmıştım. Bu haksızlığı onun da
anlaması gerekiyordu. Hemen cep telefonumdan kendisini aradım. Benim olduğumu anlayınca
buz gibi bir sesle,
“Ne
var?” dedi.
“Benim sözüm neden bozulmuştu; biliyor musun?” dedim. Meraklanarak,
“Neden?” diye sordu.
“Çünkü sen o gün benim Sinan’la görüştüğümü Ahmet’e söylemiştin. Sen
bilmiyordun ama Sinan’la benim aramda evliliğe giden bir arkadaşlık vardı.
Olmadı; ayrıldık ve ben bunu Ahmet’e anlatmıştım. Onunla görüştüğümüzü
öğrenince bunu gurur meselesi yaptı ve sözü attı.” diye cevap verdim.
“İnan ki bilmiyordum. Bilseydim söyler miydim?” dedi, son derece üzgün
bir ses tonuyla.
“Ben de bugün senin annene sürpriz yapacağını bilmiyordum. Bilseydim ben
de söylemezdim. Hem benim söylemem sadece senin sürprizini bozdu ama senin
söylemen benim kuracağım yuvayı yıktı. Aradaki farkı sen düşün artık!”
Başka bir şey söylemeden aniden telefonu yüzüne kapattım. Birkaç dakika
sonra evimizin kapısının zili acı acı çaldı. Odamda, dışarıdan gelen sesleri
dinliyordum.
“Teyze, Handan’la acilen görüşmem lazım.”
“Buyur geç kızım; odasında kendisi.”
Mücella Pakdemir
(
Bilseydim Söylemezdim başlıklı yazı
Mücella Pakdemir tarafından
16.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.