Süresiz edimler çığlık
attıkça o fevriliğimden eser kalmıyor. Ve zaruri bir çökkünlük fırtınası ki
defalarca aldatılmışlığı istikrar addeden bir sağanaktan gayri hiçliğimi
muhafaza ediyorum tüm o izleklere yığdıkları kafataslarına geçirdikleri
maskelerle perdelendiklerine kani iken yalıtılmışlığımın ve yankısızlığımın
sarnıcında, beyhude bir sarkaç vazifesi ile iştigal etmekteyken…
Nereden çıktı şimdi?
Neyden ziyade niçinlere
yüklediğim o garip zihniyetleri yine afakanlar basmışken gecenin aydınlık ve
kor vakti… Öyle ya, kalp tutulması iştirak ederken gecenin boykotsuzluğuna ve
devran azıcık mola vermişken-mübalağa etmediğime o kadar vakıfım ki- yine de
hangi muteber imge ise asıldığım darağacına tırmanmaya ahdetmiş üç beş şiir ile
teselli buluyorum hele ki o buhran katsayım yok mu?
Ah, ben demekse akla
zarar daha doğrusu bencileyin bir cümleye maruz kalıp sükûtumu devrettiğim yeni
bir günün ilk ışıkları iken ben artık kaçıncı uykumdayken güneş bile esnerken
ve esefle lanetlerken dolunayı. Hâlbuki demeye fazla takatim yoksa ne de olsa
prova yapmama bile gerek kalmayacak hangi tekerrür ise üstüm başım darmadağın
bir dağın ardına gizlenip de güneşin doğuşuna çelme takacak kara meleğin bile
sabrı tükenirken…
Oysaki yüz
vermemeli/yim yoksa ters yüz edip de yeniden dilime mi dolasam şu hülasa
mertebede bir katre de olsa pay edemezken içimdeki cümbüşü: Hem de ne cümbüş
her ne kadar ıssız bir nüansı olup üst rafa attığım toz bezinden nasibini
almaya görsün.
Devinimi gerçek üstü
adeta ve nükseden kaçıncı yolculuğun hangi mevkide olduğuna pek de aldırış
etmediğim saklı bir dirayet tam anlamıyla sahip olduğumu iddia edemezken
kulağıma gelen.
‘’Kahramanları ölmeye mahkûm bir film gibi…’’
Şarkının ismi neydi ki?
Aa, evet: Faili meçhul
bir yalnızlık.
Bitenden ziyade başlamaya
meyletmiş bir istikbali olmalı oysa yüreğin ve tüm kırıntılarını da boca
etmeliyiz adımlarken evreni ve beklilerle yonttuğumuz düşleri de çöpe atıp…
Saklı tuttuklarımız her
nasılsa yüreğe pelesenk bir edimde ve tüm o tutarsızlığı ile çalakalem bir mizacı
da müdahil ettik mi… Ve sonrasında yine pervasız bir devre arasında, attığımız
terin mükâfatı o ışıldayan gölgeler iken aydınlığa şapka çıkartan: Hem de ne
için?
Varsın olmasın bir
sebebi ve varsın üç beş gemi daha yakalım yeter ki yıkmayalım yüreğin mabedine
kondurduğumuz o busede tüm beyanatları tek bir simgeye dahi ettiğimiz.
Vazgeçmek olası değil
belki de nüksedecek yeni bir ayrılık ve kıskacında sevginin yürek boşalırken
aniden bir de eklentisi mutluluk gözyaşı ise seyrine nasıl doyum olur her ne kadar
enginliğin ve aşkın tek maliki haricinde bilinmezlerde serili olsa da o
hayalperest ve mütereddit varlığımız.
Yürek sevmeye görsün
üstelik aşkın mabedi ve mahremi kuytulardan aydınlığa doğru kupa yelken yol
alırken…
Tüm giriftini evrenin
ihlal eden basitliğine takılı aklım: Kâh evrenin kâh beşerin belki de külfet
addedilenden öte imkân dâhilinde ne ise yakın ya da uzak durduğum…
Çetrefilli bir yolculuk
ki tek bir cümleden ibaret yaşam öyküsünü boykot eden nice makale, nice
betimleme belki de belirsizliği pelesenk eylemiş bir yüreğin tüm tezahürü yine
anlamlandırmaya çalışırken hayatı anlam olmak adına adsız bir kitaba ön söz
mahiyetinde yine yürekten dökülen.
Ismarlamak istediğim
cümleler var: Hayli hoyrat hayli naif hayli de yorgun.
Milat addettiğim bir
sondan mı ibaret yoksa hikâyem, belirsizliği girizgâh eylemiş ama şatafatı da
eksik.
Adı olmayan o kadar çok
duygum var ki belki de ürktüğüm belki de mutluluğa teğet geçen bir rızadan
çıkıp da yola varmayı dilemediğim.
Varamam ki.
Varmamalıyım da.
Varırsam vereceğim
hesabını ve dileklerim sonlanacak.
Dillendiremediğim dil
yaram, sükûtu mimleyen curcuna ve devrik hâkimiyeti yine gölge bekçilerinin.
Gölgeler uzuyor
uzamasına da ne uzayıp ne de kısaldığıma kanaat getiriyorum bir ömür ertesi.
Uzattığım bir cümle
bağnaz bir yüklemle mimliyor.
Mimlendiğine kani
olduğum bir imgeye bakıp da için için ağlıyor gizli öznelerimin delaletine
sığındığım bir gözyaşına bakıp da iç geçirdiğim.
Süzgün ya da ölgün.
Tüm coşkuyu kana bağan.
Edimlerde
kıstırılmışlığım belki de ya da boyutsuzluğun dokunaklı terennümüne boca
ettiğim deryalar.
Emin olduğum ama
kanıtlayamadığım.
Ne hâkim ne savcı ne de
isyan bildirgesi iblisin.
Ne sıradan ne de olağan
dışı suretlerde yankılanan hulasa ve fevri dalgalanmalar üstelik çeperinde
dünya denen kozalağın ve bizler ki bir fındık faresi kıvamında ve haşmetli
egolarımızla satır başı yaptığımız her şafak.
Dalya, deyip de
eklentilere maruz kalmak.
Son bilip de yeniden
başlama sancısına haiz yine bizler.
Kim olduğumuz mu meçhul
olan yükümlü coğrafyaları parselleyen ötelediklerimiz mi?
Bir adımla başlayıp
varamadığımız ya da varıp da ne zaman adımlamaya başladığımızı pek de
önemsemediğimiz.
Kuytularda yaşanan
aşklar.
Enginlerde yüzüp de bir
damla suda boğulmak.
Bir bardak suyla
yetinmeyip daha azında kopan nice fırtına.
Ve öbek öbek isyan
biriktirip günahların katlandığı oysaki bir yaprak kâğıdı katlayamazken
ömürleri sığdırdığımız sayısız cilt lügat…
Türettiğimiz cümleler,
tükettiğimiz lisanlar, tünediğimiz onca kıpırtı ve belli ki mecali yitik bir
güncede israf ettiğimiz hayatlar oysaki kendimize dair değil hiçbir tümce ve
efkârı zulümle boyayan varlıksız fiiliyatla yıkıldığımız ama yeniden diktiğimiz
o sancakta beyaz bir filikaya bakıp da derin derin iç geçirdiğimiz.
Yalan olmasını dilerken
doğrulara denk gelip gerçekten de yalanladığımız belki de gerçeğin
tutuculuğunda asla var olmayı dilemediğimiz ama varlığımızı sonlandırmaya da
niyetlenmediğimiz - mecazi bir anlamda varlığın hiçlikle mukayesesi- belki de
yaşamın önyargılarına kepenk indirip huzura açtığımız o pencerede boykot
ettiğimiz tüm menfi duyguların seyrine dur demek olmasa da ihtimal dahilinde.