Çözeltisinde zihin
ırmaklarımın umman bir coşkuda kaybolmuşluğuma nazire eden kanatsız meleklerim
ve akıl melikelerim…
Rahvan kıyılarda,
solgun selvilerde, gölgeli beyanatlarında âdemoğlunun ve Havva kızının.
Rütbesi sökülmüş
düşlerimi ifşa eden sessiz çığlıklarımdan da sorumluyum hanidir ve atmadığım
naralardan, öldürmediğim insanlığımdan ve gıybet kuşlarına paye vermezken hangi
aklı evvel cümle ses olur da tümler yaraların döşünü, seslerin soluksuzluğunu
ve aşkın rahmetini?
Peyda olan muhafız
alayı söylenceler. Kırağı çalan kimsesizlik iken kim toz kondurur yalnızlığına?
Ya da sükûtu delen hangi devrimdir de devran bıkar ve susar ve an gelir isyan
eder: Ben miyim tek başı dönen, bu mudur ikbali evrenin, bu mudur yakışan insan
nefsine?
Sözsüz kelamlardır
yürekten taşan o boyutsuzluk: Hani görürsünüz kirli bir yüzde çağlayan
yorgunluğu ve tüm kiri pası götürür o patavatsız gözyaşları ve ne sabundur kiri
yok eden ne de son kullanım tarihi geçmiş arapsabunu.
Nifak sokandır aslında
vicdanı kirleten hele ki yaşama sevincini çalmaya muktedir addedilen mi sızar
onca fevri yalan dolan ve aşka çalım atar nefret, sevgiyi örseler ve sadece
susar gökubbe zira bekleyeni vardır ve de tek muhatabı o kirli vicdanlardan
akan çamuru tensiye eden ve gömülü rahmeti gün yüzüne çıkaran…
Çarpık sözlerin
dalyalarına sığdırdığım görkemli gök kubbe.
Sığıntı mahlaslarda
yalıtılmışlığı belki de gerçek ve öznel sanrıları yüklenip de belirsizliğin
teğet geçtiği…
Göreceli kehanetler:
Öyle ya, fıtratında hezeyan ve tetikleyici imlerle dolduruldu mu kes önünü
kesebilirsen.
Sızıntı taslaklarda
sayısız keramet olsa da çatık kaşlı bir cürüm heybeden tokalaştığım yalnızlık
cüce kelamına pek de nifak sokmanın ötesinde işe yaramamakta.
Soğuduğum ya da
soğutulduğum belli ki ölü imgelerde rehavet yüklü o sıra dışı meziyetler mi de
sağanağın fukara diliminde bir rahmet okumadan duramıyorum her gidenin
ardından…
Bir…
İki…
Minvalinde sonsuzluğun
belli ki dur durak yok.
Sandığım, sandırıldığım
ve içine saklandığım.
Sanrılar olmazsa
olmazım ve beyhude iç çekişlerle tekerine yüklendiğim kader iken deposunda
hazin bulutlarına yer kalmazken bir gece vakti.
Sindiğim ama sindiremediğim.
Sindirildiğim ama
sıkılmalara peşkeş çeken aklın ırmaklarında ellerimle boğduğum kelimeler.
Tık tık tık… Biliyorum
sahibini tokmağını hayatın.
Tıp tıp tıp… Damıtılan
gerçeklerin göreceli istihbaratı yine batarya yüklü sağanaklarda ıslanmaktan
kendimi alamazken…
Tik tak tik tak… Ne
kadar vaktim kaldı yaşamın durağanlığında keşkülü kadar tatlı bulduğum hayatın
ara sayfalarında yine boğulmaya dair bir yaşanmamışlığı es geçerken Tanrı.
Hidayet bellediğim ama varamadığım; gölgeli beyanatlarına esir düştüğüm o boş
sayfa kadar berrak olmasını dilediğim ama her nasılsa aklın kancalarına
taktığım ölülerden alırken intikamımı ve anlamadığım yine de gözyaşı akıttığım
ve rahminde edebiyatın üstüm başım kelimelere bulanmışken…
Ektiklerimi söküp
yenilerini çapalıyorum ki sonsuzluğun makamsız minvalinde hani olur da
büyütürüm doğmamış bir başağı.
Satır aralarında saklı hayatlardan
ibaret iken edebiyatın tuttuğum yas’ı ve bilumum paragraflarda oynatırken
pullarını kalemin, şatafatlı bir ölüm düşlüyorum yalnızlığın rehavetinde,
gönülsüzlüğün çeperinde ve hayat boykot ederken dost imgeleri tetikleyici
eklentilerine toz konduramazken mazinin yükümlü tutulduğum ölümlerden de
şikâyetçiyim.
Damıttığım o a-kare
yalnızlık uçuşa geçen her geçkin günden kesip de umudu yarınlara bel bağlarken.
Sözüm ona ereceğim keramete belki de beyhude bir coşkuyu misafir edip atıl
tarlama süreceğim inadına nadasa bıraktığım o boş sayfayı. Kala kala bir gün
müydü de bunca sefilliği yoksun kıldı hayat bana yoksa sürgün edildiğim bir
ömür de mi tarhına söz geçiremezken ben işkillendiğim her cümlede yeni bir
hatim indirmekle meşgulüm: Allah’ım duy beni, demekten gayri istiflediklerimle
karıştırıyorum kazanı ne de olsa mübarek Muharrem ayında bir ganimet
bulmuşçasına her namaz öncesi ses olan sessizliğimin metruk gölgesine atıfta
bulunurken insanoğlu.
Transit gemilerin
küpeştesinde o rahvan bilmece yine adsızlığına teğet geçip de ikbalimin yüz
görümü bir neşeyi bile yok sayan imtiyaz sahipleri bir kalemde harcıyorlar iyi
niyet odaklı kuşatılmış sevginin sonsuz çağrısında seslendiğim gönül
dostlarımın da aklını çelip rast gelmekten imtina ettiğim kötülük ve hezeyan
yüklü tüm gömüdünü de görmezden gelme ihtimalinin olmadığı.
Sonlara kurulu alarmın
sinir bozucu sessizliğine atıfta bulunup vuruyorum elimdeki tokmakla ki hangi
davul ise müridi şu bertaraf edemediğim doğurgan şüphelerin?
Elim elinde, demek olsa
keşke tek derdim ki boşluğun deviniminde verdiğim her beyan sadece kendi
kendimi sallandırdığım kalemden bozma darağacının hüzünlü sancağı ölmezden önce
dikme gayreti ile cellâdımı bile tanımaktan alıkoyulduğum ya da umursamadığım
hele ki vereceğim hesapların tüm dökümü iki omzumda kayıtlı iken.