Efendim bana soruyorlar zaman zaman : ‘’Mizah yazmak zor mu?’’ diye. Aslında hiç de zor değil. Yeter ki gözlerinizi ve kulaklarınızı dört açın ve çevrenizde yaşananlara odaklanın. Göreceksiniz…Malzeme o kadar çok ki. Bütün iş bu malzemeyi kaleme almak ki o da kolay. Olanı biteni olduğu gibi yazın. Hepsi bu işte. Haa bir de mizah yazmaya niyet etmek lazım. Yani mizah yazabilmek için insanın havasında olması lazım.
Dün…Yani 17 Haziran 2012 Pazar günü ben de oldukça havamdaydım. Kardeşlerimden Recai’nin yeni dünyaya gelmiş olan bebeği Ezgi Nehir’i görmeye gidecektim. ( Yanlış anlaşılmasın doğuran Recai değil…Annesinin adı Emine )
Saat 11.00 gibi evden çıktım. Önce Kadıköy, oradan da Eminönü’ne geldik diğer biraderim Naci ile birlikte. Lakin Eminönü’ne bir haller olmuş..O Mısır Çarşısı, Yeni Cami ( Ki herkes onu kuşlu cami olarak bilir ) işte o mıntıka, Sirkeci, neredeyse tamamen boş. Önce bir anlam veremedim bu duruma ya sonra aklıma geldi. Bu gün üniversite sınavı vardı. Anneler, babalar sınavın yapıldığı okulların kapısı önünde nöbette, evlatları da sınav salonlarında ter döktüğüne göre İstanbul’un böylesine boş olması gayet normaldi. Zaten sokak ve caddeler neredeyse tamamen turistlere kalmıştı.
Biraz nostalji yapalım dedik ve Bayezıt’a doğru yürümeye başladık. Bu arada hemen belirteyim efendim. O semtin adı durak tabelasında yazdığı gibi ‘’Beyazıt ‘’ değildir…Beyaz it hiç değildir. Doğru yazılışı ‘’Bayezıt’’tır. Daha da doğrusu ‘’Bayezıd’’dır ama günümüz Türkçesinde kelimelerin sonunda D harfi olamayacağından dolayı onun yerine T harfini kullanıyoruz. Niçin? Ben de bilmiyorum.
Neyse…Adeta boş caddelerden yürüyerek Bayezıt’a Üniversitemin ana giriş kapısı önüne kadar geldik. İşte orası ana- baba günüydü. Mecazi manada ana - baba günü değil…Gerçek manada ana- baba günüydü. İstanbul’da yaşayan tüm ana- babalar sanki orada. Şöyle biraz oturup dinlenmem lazım. Çok yorgunum. Hem biraz da malzeme toplamam gerekiyor. Biliyorum ki bu kadar büyük bir kalabalık içinde bana mutlaka malzeme çıkacaktır. Nitekim de yanılmamış olduğumu görüyorum.
İki kadın kendi aralarında konuşuyorlar. Şöylece baktığınızda ikisinin de felekle kanki olduklarını görmek mümkün. Birincisi ‘’Feleğin çemberinden geçmiş ‘’ bir hatun, öteki ise feleğin tokadını yemiş…Gerçi aslında asıl feleğin tokadını yiyen birincisi ama o yediği tokatlar sonunda artık feleğin çemberinden geçmiş olma evresini de aşmış durumdayken ikincisi sadece feleğin tokadını yemeye devam ediyor besbelli.
Feleğin tokadını yemiş kadın kara çarşaflı bir hatun olup elindeki üzerinde ‘’Yasin-Amme- Tebareke Sureleri- yazan kitaptan mırıl mırıl -sanırım- Yasin okurken ,feleğin çemberinden geçmiş olan boyacı küpüne dalmış çıkmış hatun yavaşça onun yanına sokuldu. Çarşaflının yanında vardı. Ancak bir popoluk ve de gölge olan bir alan vardı. Kibarca sordu. ‘’ Yerin sahibi yoksa oturabilir miyim şekerim? ‘’ Çarşaflı başıyla ‘’ Buyur otur ‘’ işareti yaptı ve okumasına devam etti.
Bu iki hatunun birbirlerine isimlerini söylemeleri daha sonra oldu ama ben kişileri karıştırmayalım diye baştan yazayım isimleri. Çarşaflı kadının adı’’Sümeyye’’ öteki de Sevda imiş. Ama asıl adının Sevda olduğunu hiç sanmıyorum tabii ki. Neyse efendim. Sevda dirseği ile Sümeyye’yi yokladı şöylece… ‘’Şekerim benim sapık kız için de dua eder misin lütfen?…Dua et de bu sefer kazansın şu içine sı. tığımın sınavını. Benim dualarımla olmayacak galiba. ’’
Sümeyye ‘’Sadakallahül azim ‘’ diyerek elindeki kitabı kapattı ve ellerini açmadan önce sordu. ‘’Senin kızın adı ne?’’ Sevda, kızı için dua edecek birini bulmanın sevinci ile ‘’ Hayriye ‘’ dedi. Sümeyye ellerini açarak sessizce ve uzun bir dua etikten sonra sesli olarak ‘’ Ey Allah’ım senin lütfuna sığındık. Rumeysa ve Hayriye’nin bu sınavdan yüzlerinin akıyla çıkmalarını müyesser eyle Ya Rabbim ‘’ diyerek duasını noktaladı.
Sevda elini uzattı
-Ben Sevda…
Sümeyye de ona elini uzattı.
-Ben de Sümeyye…
Ve muhabbeti başlattı Sevda.
-Sınavda kızın var herhalde. İlk kez mi giriyor?
-Evet ablası…İlk kez giriyor. Çok çalıştı. Birinci aşamadan 350 puan aldı.
-Oh oh ne iyi… Benim geri zekalı üçüncü kez giriyor. İlk kez bu sene barajı aşabildi köpek… Ah kardeş ah…Erkeklerin peşinden kuyruk sallamaktan ders çalışmaya fırsatı olmuyor ki zillinin.
-Ah kardeşim ah zamane kızları hep böyle. Çok şükür benimki öyle şeylerle uğraşmaz. Varsa yoksa dersleri…Zaman çok kötü kardeş çoookkk.
-Yaaa haklısın valla…Boşuna mı demişler: ‘’Zaman kötü kolla g.tü’’ diye.
Sümeyye yanı başındaki kadının içten hallerini sevmişti ama oldukça sansürsüz konuşması da canını sıkıyordu doğrusu.
-Bak Sevda kardeşim seni sevdim. Ama biraz daha edeplice konuşsak ha? Bakın çevreden erkekler bize bakıyor.
Sümeyye haklıydı. Erkekler olmasa bile bir erkek olarak dört gözle onlara bakıyordum. Daha doğrusu Sevda’ya bakıyordum. Allah’ın bildiğini kuldan niçin saklayayım kadın bakılmayacak gibi değildi ki?
Sevda cevap verdi.
-Ay kız ben de seni sevdim valla…Erkek milletine gelince..Onları kafaya takma…Hem şu içi geçmiş heriften mi çekiniyorsun…Ayol baksana ahı gitmiş vahı kalmış adamın. ( Bir de kuşlu muşlu bir şeyler söyledi ya bir anlam veremedim. )
Ahı gitmiş vahı kalmış herif benim yani. Neyse üzerinde durmadım. Bu gün sanırım ben de meleklik modundayım. Yoksa o kadına en azından ‘’ Kuş ne alaka? Beni tanımazsın, evimi barkımı bilmezsin. Benim kuşum filan yokken sen nereden çıkarıyorsun kuşumun ötmediğini?’’ filan diye sorardım.
Sevda devam etti.
-Senin herif gelmemiş bakıyorum. Pek önemsemiyor sanırım kızının sınavını.
-Yok ondan değil. O çalışıyor şimdi.
-Hımmm..Ne iş yapar eşiniz?
-O mu? O bu çevrenin en ünlü iş adamlarındandır…
-Oooo ne güzel..Kızz desene sizin çarık sağlam. Koskoca bir iş adamı he?
-Evet…Ne iş bulsa yapar garibim. Kapıcılık, hamallık, amelelik…
-Öyle iş adamı yani. Ama biliyor musun? Bu tür vatandaşların öteki işte performansları baya yüksek oluyor.
-Hangi öteki iş?
-Yav yeme bizi şimdi. O kadar da cahil değilsindir… Yatakta diyorum yani.
-Kız suss…Ne ayıp. Bir duyan olsa ne der. Bu konuları bırakalım da çocuklar için dua edelim bol bol.
-Ay şekerim bu güne kadar etmediğim dua , gitmediğim türbe, yatır kalmadı. Telli Baba’dan, Eyüp Sultana, Kar Yağdı baba’dan, Zuhurat Baba’ya bir sürü türbeye gittim. Bir sürü hocaya okuttum, adaklar adadım, çaputlar bağladım, mumlar yaktım…Olmayınca olmuyor.
-Peki pirinç tanelerine okuttun mu hiç?
-Yooo…
-Bak işte en etkilisini yapmamışsın. Sonra..Şekere okutacaksın ki sınavı tatlı geçsin.
-Bak ben bunları hiç bilmiyordum.
Eh artık bir eğitimci olarak sıra bana gelmişti.
-Efendim müsaade ederseniz bir iki kelime de ben edebilir miyim?
Sevda lafa girdi?
-Buyur bey amca.
‘’O amca diyen dillerini eşek arısı soksun e mi?’’ demedim tabii ki.
-Efendim bakın öncelikle şunu söyleyeyim. Çocuklarınızı bu sınavları kazansın diye en iyi dershanelere yollamaya çalışıyorsunuz değil mi?
-Eveett…
-Peki aynı şeyi niçin türbeler ve yatırlar konusunda yapmıyorsunuz? Mesela efendim. Telli Baba…O mübarek, kısmeti bağlı insanlar içindir. Üniversite sınavı konusunda yetkili merci değildir kendileri. Yani siz doğum yapacak hastayı plastik cerrahiye götürüyorsunuz…Olmaz. Sonra efendim Eyüp Sultan…Ne işiniz var orada?…Oraya sünnet olacak çocuklar gider genelde. Yani sınav öncesi çocuklarınızı uygun türbelere götürmüyorsunuz. Bu çok önemli bir yanlış. Ama daha önemli yanlışlar da var. Mesela çocuklar sınava girmeden önce onların önlerine bir takım işkence aletleri koyarak bu sınavda başarısız olurlarsa nelere maruz kalabilecekleri konusunda yeterince uyarmıyorsunuz çocukları..Örneğin. Bu gün zavallıların hiç birisi Filistin askısını, domuz bağını bilmiyor. Engizisyon, Guantanamo, Austriz Kampı, Hitlerin sabun fabrikaları hakkında bir bilgileri yok. Bunları tanıtıp bir iyice korkutmak lazım gençleri. Sonra efendim havalar sıcak. Bu sıcakta çocuklar sınav salonunda uyuyorlar. O halde çocukları kafein komasına sokacak kadar kahve içirmeli sınavdan önce…Sınav öncesi ishal olmamaları için bol bol patates haşlama yedirmeli…Bütün bunları ihmal edince başarısızlık da kaçınılmaz oluyor tabii ki.
Her iki kadın da hayret ve dehşetle beni dinlediler. Her ikisi de ‘’ Haklısın valla…Okumuş adamın hali başka oluyor canım…Biz bunların hiç birine dikkat etmedik’’ dediler.
Efendim…Buraya kadar yazdıklarım aslında bu gün yazmayı düşündüğüm asıl olayın girizgahı idi…Asıl konu çok daha farklı…İşte oraya nasıl geleceğimi bilemiyorum. O bakımdan da konuyu aldım nerelere getirdim. Neyse asıl konuya girelim.
Sevda sordu Sümeyye’ye.
-Ne iş yaparsın sen şeker?
-Ben mi? Ev kadınıyım ya sen?
-Ben Hayat Kadınıyım şekerim.
-Sen mi Hayat kadınısın? Ayol asıl Hayat Kadını benim. Bu dünyada benim çektiklerimi hiç kimse çekmemiştir.
-Aaaa…Hiç ummazdım doğrusu. Demek sen de bizim meslektensin ha? Daha önce niçin hiç karşılaşmadık? Nerede mekan tutuyorsun?
-Ne mekanı yahu dedim ya evde çalışıyorum ben.
-Hımmm…Demek evde iş bağlıyorsun ha? Ama ben sana diyim. Evde zor olur be şekerim. Mahalle baskısı filan…
-Yok yok dışarıda başkalarının emrinde çalışmak daha zor. Onu da denedim. İti var kopuğu var. En iyisi evinde olmak.
Anladım ki Sümeyye Hayat Kadınının ne demek olduğunu bilmiyordu. O hayatın sillesini yemiş kadın anlamında kullanmaktaydı Hayat Kadını ifadesini. Gerçi Hayat Kadınları da hayatın sillesini yemiş insanlardı ama Hayat Kadınlığı sadece bu demek değildi. Yavaşça Sevdanın kulağına eğildim. ‘Ona hayat Kadınının ne demek olduğunu söyle…Sanırım yanlış anladı ‘’ dedim.
Sevda açıklamak zorunda kaldı.
-Yani Şekerim ben or..puyum senin anlayacağın.
Bu cevabı alan Sümeyye’nin verdiği cevap daha da ilginçti.
-Hayatın kendisi, bir Hayat kadınıdır zaten. Hem hepimizin içinde az çok vardır Hayat kadınlığı. Kimimiz bunu çeşitli şekillerde bastırır, kimimiz de salıverir. Takma kafana