Öyle bir söz vermişti ki şef, dönememişti
geriye…
“On bir ayın sultanını” severdi ama, yaz aylarına denk geldiğinde de yakınırdı. Günlerin uzunluğundan dolayı ha deyince gitmediği için “ağır konuk” derdi. Bin dokuz yüz yetmişli yılların sonları ile seksenli yılların başlarında da yaz aylarına denk gelmişti Ramazan. O yıllarda “ağır konuğun” ağırlığı altında baya ezilmişti.
Ramazan’ın üçüncü kez sıcak aylara ve uzun günlere denk gelmesine İstanbul’da tanık oldu. Sadece davulcudan yana yakınıyordu bu defa. Davul, uyuyanları uyandırmaktan daha çok, uyanıkların sinirlerini bozmaktan başka bir işe yaramıyordu...Dam bıdı…Dam bıdı…Dam bıdı…Trampet türü davula başka türlü vuruşları yoktu adamların.
Ramazanın
bu aylara denk gelmesinden yakınanlar vardı yine. Otuz küsur sene önce pek çok kişi,
yakınmalarını çekincesizce söylüyordu. Bu defa açığa vurmaktan kaçınıyordu çok
kişi. Belli ki halkta, yönetimden kaynaklı dinsel baskılar vardı. Oruç tutmayan
bazı kişilerin oruçlu gibi görünmelerinden de belli oluyordu bu baskı. Sorduğunda,
siteler ortasındaki marketçi-bakkal da teyit etti bunu. Günlük ekmek ve sigara
tüketimi pek değişmemiş. Tarla
tokatta çalışan köydeki yakınlarına telefon açtı. Açık alanda görevli birisine
sordu. Şu dönemde Ramazan’ı sevinçle karşıladığını söyleyen, el emeği verip
alın teri döken bir Allah’ın kuluna rastlayamadı.
Şef, kış aylarına denk gelse
bile başkalarının dediği gibi sevinçle karşılamazdı Ramazan’ı. Ama severdi
Ramazan’ı. Oruç; gündüzün belirli bir
vaktine kadar uysallaştırıyordu insanları. Tutmayanları da, oruç tutanlara
karşı bir nebze de olsa saygılı yapıyordu. Kuran İslam’ının, sadece Kuran’dan
öğrenileceği gerçeğiyle insanları Kuran okumaya yöneltiyordu Ramazan. İnsan
iradesini dizginliyor, merhamet duygularını yüceliyordu. Dolaysıyla, “ağır
mübarek gün” hatırına, dağdaki bayırdaki canlılara zarar verilmiyordu. Ramazanı
bu yönüyle seviyordu daha çok. Sadaka kültürünü geliştirip toplumu tembelliğe
ve biat etmeye yöneltmesini de olumsuzluk olarak görüyordu. Özellikle siyasi ve
maddi çıkarcılara Ramazan, biat ettirme ortamı oluyordu. Ramazan’ın elbette
bunlarda bir kusuru olamazdı. Diğer bazı ibadetler gibi istismar ediliyor.
Ramazanı özenle ve hakkıyla karşılayan sadece bir adam tanıdı şef. Yetmişli yılların başlarında, Balıkesir’in Kepsut ilçesinde. Merkezde görevli, İbrahim adında bir orman muhafaza memuruydu bu adam. Kendi anlatımıyla, yirmi yıldan bu yana her yıl, bir buçuk ay ve kandil geceleri dışında her akşam iki üç kadeh rakı devirirmiş. Akşamında içse de Cuma namazını aksatmazmış. Bu adam, günde iki pakete yakın sigara da içiyordu. Ve bu orman muhafaza memuru, Ramazanı hakkıyla karşılardı. Bir hafta kala, içki ve sigarayı bırakır, bedenen ve ruhen kendini hazırlardı Ramazan’a. Orucunu eksiksiz tutar, tüm namazlarını eda ederdi. Ramazan sonrası bir hafta boyunca, yine içki ve sigara içmeyerek uğurlardı Ramazanı. Hafta bittiğinde, sigara ve içkisine başlardı… Görevine sadık, saygılı bir memurdu…
Orman
muhafaza memurunu anımsaması, bin dokuz yüz seksenli yılların başlarına götürdü
emekli orman bölge şefini.
Balıkesir’in
Burhaniye ilçesine.
Ramazan
yine yaz aylarına konuk olmuştu. Buna,
ikinci kez tanık oluyordu. Bu sıcakta gelen ve bir ay kalacak olan ağır konuktan
hoşnut olamadı. Sıcaklar nedeniyle konukla içli dışlı olmak istemese bile onun
varlığıyla bazı kısıtlamalar uygulayacaktı kendine. Oruç tutmasa bile saygısı vardı
Ramazan’a…
Gölgede hava sıcaklığının kırk dereceyi geçtiği ve Ramazan’ın ilk günüydü. On kişilik orman yangınları ilk müdahale ekibindeki işçilerle onların başındaki nöbetçi orman muhafaza memurunun oruçlu olduklarını öğrendi. Orman içindeki bir köyde bulunan motosikletli altı yangıncıya telefon açtı. Onların da oruca “Bismillah” dedikleri bilgisine ulaştı. Ramazan öncesi “Oruç tutulmayacak” talimatı vermediği için her iki ekibe kızmadı. Resmi aracına atlayıp, orman emvali deposundaki ahşap barakada kalan işçilerin yanına gitti. Yangın söndürme işçilerin her biri, az da olsa esintili gölge yerlere serpilmişti.
Orman bölge şefinin gelişiyle toparlandı işçiler. Şef, barakaya gitmek isteyen işçileri, tek odalı ve balkonlu depo binası önüne istedi. Balkondaki gölge yere oturup sigara yaktı. Güneşin en fazla sıcaklık verdiği bir saatte karşısında sıralı hale geçen işçilerine doğru üfledi dumanı. Yanda duran orman muhafaza memuruna baktı. Onu da güneşte tutarak işçiler üzerindeki otoritesini zedelemek istemedi. Yangın ekibindeki işçiler üzerine yine sigara dumanı üfledi.
Onların oruç tutmalarını alaya almak değildi amacı. Böyle bir duyarsızlık, dini inancına ve insanlık değerlerine aykırı düşerdi. Göz önüne getirdiği bir orman yangınında oruçlu bu adamların ne yapabileceğini kafasında yoruyordu.
Yedi sekiz seneden bu yana, birinci derece orman yangını bölgelerinden çalışıyordu. Sayısı belirsiz orman yangınıyla mücadele ettiği için epey deneyim kazanmıştı. Arazinin yapısına, ormanın durumuna, rüzgarın yön ve şiddetine göre çok kısa sürede yangınla mücadele yöntemi belirlerdi. Orman yangınıyla mücadele öylesine hızlı bir savaştı ki, zamanla da yarışmak demekti. Yangın büyütülürse, savaş daha geniş alana yayılır ve zorlaşırdı. Her yarım saatte savaşçı sayısı katlanırdı. Savaşı kazanmak için ateşe yaklaşmak gerekirdi. Duman, boğmak için üstünüze çökerdi. Sizi yalamak için alev dilleri uzanırdı. Şef, yangınla savaşanların can güvenliklerini de korumak zorundaydı. Onlara güven vermek için en tehlikeli durumlarda, ateşe en yakın olurdu. Bu öyle bir mücadeleydi ki, kendini yangınla savaşa odakladığın için en sevdiklerin bile aklına gelmezdi...Ölümü de düşünemezdin. Dumanın acılığı...Alevlerin yakıcılığı hatırlatırdı sana bir canının olduğunu…
Orman yangını savaşını kazandığında, farklı bir huzur ve mutluluk duyarsın... Unutursun onca yoğunluğu...Emrinde çalışanların güven ve bağlılıklarını fark edersin... Yangından kurtardığın ağaçların, seni selamladıklarını hissedersin… Kuş ve yabani hayvan sesleri duyarsın yakınlardan...Sana teşekkür ettiklerini sanırsın...Ve telsizle dersin ki...Yangın kontrol altına alındı...
Baygın bakışlı, ayakta zor durabilen bu adamlarla orman yangınıyla
mücadele edebilir miydi?
Asla.
Bunlarla ne de mutlu bir sona ulaşılırdı.
Beş altı yangın söndürücüsünün kontrol altına alabileceği
bir orman yangını, şu vaziyetteki adamlarla söndüremezdi.
Bir orman yangınında, yaz güneşinin sıcaklığından daha fazla alev harareti vururdu insanın yüzüne. Yangına karşı amansız savaş veren bu insanlardan birisi, açlıktan değil de susuzluktan ve dolaysıyla aşırı güç kaybından bayılarak, dumandan boğulma tehlikesine maruz kalabilirdi. Hatta yanarak ölebilirdi. Bir doktor, sağlığı açısından hastasına oruç tutmamayı dikte ediyorsa, bir orman bölge şefi de, orman yangıyla yapılan savaşta, elemanlarının can güvenliğini de sağlamalıydı…
“Şu saatlerde bir orman yangınıyla savaşta olduğumuzu varsayın. Alevlerin yüzünüze vuran yakıcılığı, güneşin şu andaki sıcaklığından çok daha fazla etkili olur. Şu sıcakta bile miskin bir haldesiniz. Orman yangınında ne halt edeceksiniz?.. Susuzluk ve hararetten baygınlık geçirip, pat diye düşersiniz alevlerin içine! Bir orman yangınını kontrol altına almada ve söndürmede, sizlerin can güvenliği çok önemlidir benim için… İşte bu nedenle yarından itibaren oruç tutmanızı yasaklıyorum! Oruç tutanın işine son verilecek. Sizin yerinize orucu ben tutacağım…”
Orman muhafaza memuruyla işçilerine böyle dedi Şef…
“Hay,
söz vermemiş olsaydım” diye yakındı kısa süre sonra. Tehlikelere karşı elemanlarını
güvenceye almak istemişti ama onlara dediği, kendi başına da gelebilirdi. Söz
vermişti bir kere. Dönmezdi geriye. Hele hele, sözünden dönen şef konumuna
düşmeyi asla kendine yakıştıramazdı…
Ertesi
günü oruca başladı şef. Aralık vermeden devam ettirdi ama, istekle değil de kerhen tutuyordu orucu...
Daha önceleri, tuttuğu oruçlarda, tatlı bir huzur hissederdi benliğinde. Bu defa o hazzı bulamıyordu. “Kusuruyla, eğrisiyle, eksiğiyle Allah kabul etsin,” dileğiyle, manevi bir huzur bulamasa da tutacaktı orucunu…
Ramazan ayı süresince, ikisi onun bölgesinde gerisi Havran ve Edremit’te olmak üzere beş orman yangınıyla mücadele etti Şef. Çok sıkıntı çekti çook…Bir damla suyun bile ne büyük bir nimet olduğunu daha iyi anladı. Yangınların kontrol altına alınması sırasında, yanında birisini bulundurdu hep. İşçileriyle nöbetçi orman muhafaza memurlarına orucu yasak etmenin çok doğru bir karar olduğunu daha iyi anladı bu yangınlar süresince…
Üç sene sonra, askeri kışla düzeyine yeni bir bina yaptırdı. İşçi sayısı elliye çıktı. Onlara da yasak etti orucu.
Yüce Allah, zorda kalan
kullarına pek çok kolaylık göstermiş.
Kutlu peygamberimiz de, “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, sevindirin,
nefret
ettirmeyin”
buyurmuşlar.
**İslamiyet öncesi tutulan oruçlarda Allah, Oruç ayı süresince kadınlara yanaşmayı haram etmişken, Kuran’la bunu kaldırmış.
**Oruç
tutamama durumunda sonra da tutabilirsin. Fakir doyurursun.
**Mecbur
kaldığında, sağlık gerekçesiyle zaruret miktarını aşmamak kaydıyla haram edilen
domuz etini yiyebilirsin.
**Su
bulamadığın zaman toprakla teyemmüm abdesti alabilirsin.
**Kalbin
imanla dolu olduğu halde zorbaların eline düşerek zorda kaldığında, Allah’ı
bile inkar edebilirsin.
Kuran’da, mealen belirtilen bu ayetler dışında, insanlara kolaylıklar sunan daha başka ayetler de bulunmakta. Atalarımız şunu da söylemiş. “Zaruret kapıdan girince, şeriat bacadan çıkarmış.”
Kuran İslam’ının temelinde insan bulunmakta. İnsan varsa Allah var. Dolaysıyla din var. İnsanın olmadığı bir ortamda Allah ve dinin varlığı bir şey ifade etmez. İnsanı yaratan Allah, belirlediği peygamberler aracılığıyla insanoğluna kendisini kabul ettirdi. Kitaplarında dikte ettiği buyruklarıyla da insanca yaşanmasını istedi. Kuran’daki insanın yaratılışıyla ilgi ayetler, Kuran diliyle “Akledildiğinde,” Allah’ın insana verdiği değer çok iyi anlaşılır. Yüce Allah, kullarına bunca kolaylıklar sağlarken ne yazık ki din konusunda söz edenlerin bir bölümü, inadına zorlaştırıyorlar dini. Kuran dini yerine, maddi ve siyasi çıkarlara dayalı dinler türetilmekte. Müslümanlar arasındaki dinsel bölünmelerin ve bitmeyen kanlı kavgaların temelindeki bir neden de bu. Yukarıdaki felsefi yaklaşımdan şuraya varmak istedi eski Şef.
Bir diyanet yetkilisi veya hatırı sayılır bir din adamı; “Sıcakların etkisiyle oruçlu halde çalışırken bedensel sorunlar yaşayabilecek ya da çalışma verimi düşecek kişiler oruçlarını daha sonra uygun bir zamanda tutabilirler,” diyebilmeli. Hurafelere dayalı, dini kaynak olarak Kuran’ın üçüncü sıraya indirildiği bir din anlayışının hüküm sürdüğü bir toplumda böyle diyen bir din adamı kesinkes yerden yere vurulur. Haysiyet cellatlarınca linç kampanyası düzülür hakkında.
“Onlar diyemiyorsa ben demiş olayım!..” dedi emekli Şef.
Güldü yavaştan. “Elifi görse mertek
sanacak birisi” yakıştırması yaparlardı hemen, Zırvalamış derlerdi. Kuran diliyle akledenlerse; doğru ve Kuran’a da uygun diyebilirler,”
diye söylendi, yandaş umarcasına.
“Şu devirde, aynı görevde bulunsaydım, yangın
söndürme ekibindeki işçi ve memurlara orucu yasaklar mıydım?” diye sordu
kendine.
Görüşünde değişiklik olmadığı için yine yasaklardı orucu. İlk önce, ekipteki işçilerince gammazlanırdı. Emrini dinlemeyenler olurdu. Sırtlarını iktidar partisine dayadıkları için işten atılamayacaklarını bilirlerdi. Çünkü; şu dönemde o işlere bile partinin belirlediği adamlar alınıyordu. Seksenli yıllarda ise, yangın söndürme işçilerini orman muhafaza memurları seçiyordu.
Şefin şu dönemde, yangın söndürmede görevli işçi ve memurlarına orucu yasak etmesi, ülke gündemine oturuverirdi hemen. Yargısız infazlar başlardı hemen. Dinci televizyon ve gazetelerde “şeytan” olarak gösterilirdi kesin. Hakkında açık oturumlar düzenlenir, aslı astarı olmayan ithamlara maruz kalırdı. Sosyal medyada, akıl almaz hakaretlere uğrardı. Orucu yasaklamadaki işin özelliğini ve insan hayatına verdiği değeri dikkate bile almayan “kraldan çok kralcı olan” idari ve yargı mensuplarınca hakkında derhal soruşturma açılırdı. Sonuç beklenmeden sürülürdü. Destek vermek isteyenler, “şeytanın avukatı” suçlamasına uğrayacakları için ortalıkta fazla görünmezlerdi. Orucu yasaklamanın yanında, “Çok sıcak günlerde, güneşte ve sıcakta çalışanlara oruç tutmak caiz değildir,” deyivermiş olsaydı var ya, ölümlerden ölüm beğenirdi…Kuran dini yerine hurafelere dayalı dine inandığı için insan boğazlayanlar, insanları yakanlar şefi de katletmek isterlerdi. “Allah’ü Ekber!” diyerek çıkardığı kalbi yiyen bile çıkabilirdi. Boğazlanabilirdi şef. Kancıklıkla kaçırılıp, domuz bağıyla bağlanarak işkenceye ölüme terk edebilirdi. Ormanı ateşe verip, orman yangınında bile yakılırdı…Hislerinde pek yanılmazdı Şef. Başına gelecekleri hissettiğinde, beylik tabancasındaki iki şarjör mermiyi boşa harcamadan teslim etmezdi cansız bedenini…
“İyi
ki o zamanlar görev yapmışım” dedi övünçle.
Kötü bir düşten
uyanıyormuşçasına sarsıldı Şef. Güzel düşüncelere yönelerek yaşamı süresince
belleğinde kalan Ramazanları anımsamak istedi.
Ramazanla, değişik yerlerde ve farklı mevsimlerde tanış olmuştu. Çocukluk ve çocuksu gençlik dönemlerinde de yaz ve yaz başlangıçlarına denk gelmişti Ramazan. Nedense o zamanlarda daha güzeldi Ramazanlar. Oruç tutmak da ayrı bir keyifti…Köyde evin merdiven sahanlığında ezan sesini dinlerdi küçücük çocukken. “Hadi hoca, hadi galik oku ezanı,” diye yakınır, ezanı duyunca, “Okunuyooo!” müjdesiyle içeriye koşardı…
Köydeki ilkokulun tıfılları için Ramazan’ın en güzel
yanı, ikindi namazıydı. Çünkü, namaz sonrası haşhaşlı pide dağıtılırdı. Oruçlu olsalar da olmasalar da pide için
ikindiye doğru soluğu, cami avlusunda alırlardı. Tahta okul çantalarını bir kenara koyar, hemen cami duvarı dışındaki
iki oluklu çeşmeye koşarlardı. Gülüş çığrış sözde abdest alır, ezan sesiyle
birlikte camiye dalarlardı. Hocanın vaazından sıkılırlardı. Hatta, ikindi
namazının yedi rekatı bile fazla gelirdi onlara. “Namaz bitse de pidemizi alsak” dercesine
birbirine bakarlarken kıkırdadıkları olurdu. Büyüklerden kaş çatılı bir bakış
görünce dünyanın en uysal çocuklarına dönüşüverirlerdi. Namaz bitip de pidelerini kaptıklarında, bu
defa da dünyanın en mutlu çocukları olurlardı
Bir
de, yetmişli yılların son çeyreğinde görev yaptığı Çanakkale’nin Bayramiç
ilçesindeki Ramazan davulcularına hayranlık duymuştu. Bir ezgiye dayalı çalınırdı
davullar. Bazen, manilerin yanı sıra türkü ve Türk sanat müziğinin en güzel
şarkılarını sunarlardı davulcular. Makam ve bestelerinden şaşmaksızın. Orman
işletmesinin bahçesine alınan davulcu-davulculardan, pencere ya da balkonlardan;
şarkı-türkü isteğinde bulunulurdu. Derhal yerine getirilirdi istek. “İsteğinizi
yerine getirdik, bahşiş ver” açgözlülüğü yaparak kapıya dayanmazdı davulcular…
Şartlı da olsa oruç tutacaktı eski Şef. Bedensel bir rahatsızlık durumunda orucunu bozacaktı. Şartı buydu. Uykuya da tutturulsa, on yedi saat oruçlu olmak kolay değildi.
“Allah kolaylık versin arkadaş…”
Veysel Başer