Ufku dar mı tutuyorum ne?
Yoksa enginde çalandan ziyade çalıntı
addedilen mi?
Derli toplu sorular biriktirmiştim
madem, sıtması mı yüreğin de sıradanlıktan nasiplenmediğim sonra da varla yok
arası kıblesinde gözlem gücümün, ben dalyalarca aşka rahmet okuyup da fukara
benliğimde balyalarca ümit saklarken.
Gönülsüz bir ısrarla nasiplenilesi ya
da metazori bir güvence iskeletini kurduğumuz bina misali, benlikler arasında
asansör hızında bir yetinin yetimliğe tanıklığı.
Çıktım yola madem… dönüşü olamaz’ların
maliyetini yüklenip de karalar bağladım dün mizaçlı düş/üş/lerime bir sihir
damlıyor ve şehrin siluetinde şiirden müteşekkil gövde gösterisi ile
insanların, bir batında sayısız şiir doğurma sancıma sahip çıkıyorum: yerli
yersiz ve belli belirsiz bir heyecanı da katık yapmanın verdiği özgüven ile.
Farklı bir gün ısmarlıyorum geceden.
Farklı bir gece olmasını diliyorum
inceden.
Farklı olansa sadece tarihin
devinimine paralellik arz eden biz aciz fanilerin, fazlaca muktedir olduğumuza
dair geliştirdiğimiz o inanç.
Bir hüviyet sanırım: akla zarar
uzantılarımızla birbirimizin kuyularını kazan dosya misali, bazen öykünüyoruz
bazen yetiniyoruz genelde serzeniş yüklenip enlem ve boylamlarımıza iz
düşüyoruz… Sanırsınız ki; evrenin en aklı başında canlılarıyız ya da en şaşalı
benliğiz sözüm ona: asla yanlış şıkkı işaretlemeyen, aslı doğru yoldan sapmayan
ve beyitler doğuruyoruz günbegün sonra da elit bir ahkâmla sadece kendimize
paye veriyoruz.
Zaman ve mekân ayarı yapıp da; bir
konum atmak hayata yoksa çalım atmakla kalmayıp üstüne üstük böbürlendiğimizi
gözüne soka soka evrenin, en destursuz izdivaç iken mantıkla duyguların yan
yana geldiği bazense yorgun ruhun seğirttiği sonra da anlık bir ego yansıması
ile kendimizi sıyırdığımız onca yanlışa egemen doğruları da sadece bizlerin
işaretlediği inancına yenik düştüğümüz.
Nereden nereye…
Kim kime dumduma…
Zaman örüyoruz belki de sepet örgüler
yapıyoruz her satır başına atıfta bulunup da bir hikâyeye öykündüğümüz
yetmezmiş gibi kendi hikâyemizden mahkûm isek.
Kırılma noktamız.
Kınımızda ise sadece kimliğimiz.
Örselemekten çekinip de
örselendiğimiz.
Örselendiğimiz kadar
ötekileştirildiğimiz.
Sanırım toplumun ayrık otu iken,
hiçbir gruba müdahil olmayı beceremeyen belki de tüm gruplara âşık o nüktedan
ve şakıyan mizacı ile zaman zaman da suskunluğa biat eden.
Gözden ırak madem gönülde nasıl saklı
bunca insan?
Gönülde saklı olmayanlar ve yanlış
bir sunum bellemişken hayat gözlerimize de yakın kılmayı için için dilerken.
Bir gördüğümüz ve asla da
unutmadığımız.
Görmekten bir hal gelip de unutmaya
kurduğumuz benlik alarmı.
Kerelerin hacminde ya da kayıtsızlığı
meşrep bilip sonra da üç noktalı cümlelerden gözünü alamayan yoksun
kalemlerimiz belki de doygun ruhumuza atıfta bulunduğumuz hatta toplumun
merkezinde sadece bir zerreye tekabül edip kendimizi en üst konuma
yerleştirdiğimiz.
Günler günleri kovalamıyor zannımca
ama yürek diğer yürekleri kolluyor zira sevme özürlü insanları yok sayıp da
sebepsizce yüreğimize sakladığımız tek kişiliği değil de çoğul kişiliği ile
kalemin ve mizacın, kaybolmakla var olmak arasında gidip geldiğimiz.
Ve bir sapakta yine kendimize rast
geldiğimiz.
Soldan sağa ya da çaprazlığın hikmeti
iken, her gün çözülmeye dair sayısız problem üstelik tek kişiden üreyen hele ki
o tek kişi üremeyi değil de üretmeyi şiar edinmişken.
Gel de anlat.
Ya da; gel de anlamadığını anlat
belki de anladığını kendine göre şekillendir ya iç muhasebeniz?
Zorluk temalı bir yol adına
yorgunlukla mutluluğun sarmalında, yine kendine bir kimlik belirleyen: tıpkı
insanlığın tüketildiği ama insanüstü cihazların yeni insanları yeniliklerle
buluşturmaya da can attığı.
Sanal bir platform mademki bizlerin kopamadığı…
iyi de gerçek hayattaki insanların ta kendisi değil mi, sanal dünyanın da
kahramanları?
Ve bizler boyutsuzluğu kucaklıyoruz sonra
da nesneli öznel, özneli soyut belki de somut gerçekleri yok sayıp sayısız
metafizik kavramına gösteriş yapıyoruz sözüm ona.
İnsanlığın kaybettiğini yine insanda
ararken.
Kaybettiğimiz kendimizi insanlar
arasında kovalarken.
Belki de kaçmadan kovalandığımız
sonra da kovalandığımıza dair bir paranoya geliştirip kendimizden korkup belki
de kendimizi kolladığımız.
Sayısız ritüel, pek çok izafi açılım
ve elde var bilinmezlik: hep ama hep üstelik bileşkesi yorgun ve yoğun ömrün de
kıyılarında sürüklenmeye mahkum.
Hayatımızdaki gölgeler belki de fark
edip kırılma noktamızı tayin etmenin ötesinde kırılganlığımızla başa
çıkamadığımız
Hep ama hep aynı hikâye.
Anlat ama yanlış anlaşıl.
Anlatmasan da spekülasyon üreten
sayısız mecra ve kimlik oysaki somut olan kişiliğin perspektifinde soyut bir
kazanım da mı adına hayat tecrübesi denen ve sonra da yükümüzü azaltmak şöyle
dursun bin bir söylenceye rest çekmek yetmezmiş gibi, aklamaya çalıştığımız o
beyaz sayfayı karartan gölgelerden çektiğimiz.
Benlik kaygısı ve bellek kaybı
yaşamayı özler olduğumuz.
Hani neredeyse dua ettiğimiz:
Gün doğsun ve ben düne dair hiçbir
şey hatırlamayayım.
Aklımda kalan şu tozlu cümle:
‘’Benlik bir metindir, metin gibi
çözümlemesi gerekir. Benlik bir projedir, inşa edilmesi gerekir.’’(Alıntı)
Tuğlalarımı tek tek yerleştirdiğim
lakin her kazı çalışması yapıldığında afalladığım.
Belki de hafıza kaybı gibi yeniden
derlediğim belleğim sonra da yeni güncellemelere ek olarak yeni duygu ve
bilgilerle çöreklendiğim sevgi denen mecrada ben hala bir define bulmayı umut
ederken…
Umut.
Beklenti ya da.
Aslında varlığın himayesi adına kalıp
yargılardan arınmış ve sadece insan arayışında: ihaneti, kötülüğü kayıtlarından
silmiş aslında nefsini azat etmiş aslında öfkesini de aslında yoksunluğunu
kıvanç belleyen.
Bir satıra düştü mü yolum…
Bir de sevgi yıldızı aralıksız gönül
kubbemde yanıp sönerken.
Olumsuzlukları yok sayıp.
Her an’ı yeni bir başlangıç bilip.
Her insanı yürekte konumlandırmaya
hazır.
Aslında kendimizi kendimize yakın
kıldığımız belki de uzağında kaldığımız tüm olumsuz yönlerimiz.
Sevgiyi çarçur etmeden.
Benlik kaygısını da alt edip.
İnsana dair ve de sevgiyi avuçlarken
üstelik bilinmezden aldığımız gücü yine evrene armağan ederken…