Zamanın örtülü yangınlarında, soluk
yarınlarında ve oluk oluk akan günlerin yırtık damarlarında…
Arz ettiğime delalet ya da sözüm ona
bana sunulanı hibe ettiğim ve sil baştan bir ömür dilediğim yalanı.
Yalanlar da örtülü ve bellerinde
kırmızı kuşak, ellerinde pamuk şeker kocaya varacak tahayyülü ile saklı tutulan
ergenlerin hayatla aralarına nifak sokan o ikircikli gölgeler…
Sözün bittiği yerdeyim epeydir ya da
sözüm ona yaşadığımı iddia edip, müstehzi bir gülüşün sonlanmasını izliyorum
uzaktan sözüm ona.
Uzun uzadıya dillendirmek çok mu
manasız ne ya da anlam bulan deyişler mi arıyorum çapulcu kalemin
sıkılganlığında ben cımbızla ağzından lafı alırken…
Sesleri ayırt edemiyorum da son
zamanlarda bir de unuttuğumu ve unutulduğumu hatta hiçbir zaman var olmadığımın
bilincinde, kim ise kuyruk acısına sahip çıkan metazori yaşıyorum.
Uzağındayım kendimin bu yüzden
sınandığım gerçeğini bile örtüyorum içimde nida esintisi bir mide gurultusu ile
hâsılat rekoru kıran Recep İvedik hakkında neden bir oto sansür uygulanması
gerektiğini de düşünmeden edemeden.
Mutluluğun tok sesi sanırım film
arasında patlayan mısır bombaları bu yüzden soldan sağa sıralıyorum yapılması
gerekenleri: belki ölmeden evvel yapılacak yüz şey belki de yazmama vesile olan
en bariz yüz çeşni-ya da duygu bazında sonsuzluğun tahayyülü nedense enginlerde
takılı kaldığımın da bilincinde ve her nasılsa pervasız olmayı becerdiğim şu
son üç beş gün.
Yangınlar mı kundaklanıyor yoksa
kundaklama sonucu mu başlamakta bu deli ve azgın kül fırtınası? Gözü olmayan
bir mercekten istifade etmek adına sadece gördüğümüzü iddia ettiğimiz ama her
nedense duyumsama özürlü bir yalana da inandığımız ve yetmezmiş gibi
sahiplendiğimiz.
Gündönümünü uzatıyorum yine
ayaklarımda uyuttuğum akşamüzerini daha uzun ve yaygaracı bellemek adına uzun
yürüyüşlerde ne aradığımı bilmeden dolandığım sokak araları, sahil yolu ve
münzevi geçitler ben ise içimin aksayan ayak sesinde bir iç sesim olduğu
gerçeğini unutup mütemadiyen konuşma ihtiyacımı giderdiğim kâh dostlarım kâh
tanımadığım insanlar: evet, adları yabancı ama ısrarcı dostane yaklaşımımla bir
kahkahayı bölüştüğümüz, akbilimizi pay ettiğimiz ve bilmediğimiz adreslerde
kaybolup yeniden yolumuzu bulmak adına şaşkın şaşkın çevremize bakındığımız…
Gök de pek bir yaygaracı ve açık ara
farkla yarıştığım yağmur ve adım sayar yüreğin ritmine eşlik eden katatonik bir
şifreyi gizlediğim neşeli mizacımla yakınlarıma sunduğum buhranlarımı bile
işveli bir coşkuya dönüştüren beklentisiz zamanın izdüşümünde ben saniye farkı
ile ölümden döndüğüm bir yolculuk yine trafik ışığını yok sayıp haybeden de
ölümü göze aldığımın bilincinde değil iken ve ramak kala sona kendimi kaldırıma
savurduğum…
Hangisi eziyetli olabilir ki?
Gölgesine sığınan bir canlı mı yoksa
kendinden kaçan bir arayışın tınısında saklı o tek düze ritim mi?
Konduğum dallar aslında uçmayı bilmeden
şans eseri kendimi konumladığım sanırım ana serçenin peşinde yeni yetme bir
yavruyu sahiplenme güdüsü ki bu da doğaya ihanetin ta kendisi ki defalarca rast
geldiğim anlık bir kıyım ki ben hala kendimi kıyamda bilip sözüm ona ayak
uyduracağım hayata.
Yeni yılın ilk günleri belli ki eski
yılın rehavetinden bitap zamanı da arkama alıp sadece volta atıyorum İstanbul
sokaklarında belki de görünmezliğin tecelli ettiği bir bulguyu sırdaş bilip
teselli bulduğumu da inkâr edemezken.
Bonkör harcamaların son durağı yine
akla zarar sonra da ayın sonunu nasıl getireceğim hesaplamasıyla ben mesleğime
ihanet ederken belki de aslıma belki de hiç kimseye belki herkesin ihanetini
sahiplendiğim hiç kimse kimliğine riayet eden berduş bir şehir gezgini belki de
kaçkını sonra da umarsızlığım ile hayatı ti’ye aldığım-yine şimdilerin deyimi
ile.
Tanıdığım tanımadığım nice duygu ki
aklıma mukayyet olmak adına sorgulamıyorum da son zamanlarda sanırım yeni yıl
bir geldi pir geldi iyi de ne olacak benim halim? Tarumar edildiğim koca ömrü
hiçe sayıp ya da hiçe sayıldığım düşüncesini tarumar edip bir Tanzimat fermanı
yayımlamak adına kendimi Tanrı’ya ihbar ettiğim.
Kaydım kuytum olmasa keşke ve ara
sıra dünya değiştirsem hele ki cennetin alfabesiyle cehenneme denk düştüğüm
belki de cehennem azabı bildiğim duygulara bile şükredip cenneti yaşadığım
dürtüsü.
Muhalif yapım belli ki azınlıktayım.
Arz ettiğim belli ki sıraya kondum.
Ser verip sır vermediğim belli ki
sırrım yok.
Günden geceye akan bu da yetmezmiş
gibi günü kurutup geceyi de torbaya sokup kendime yeni bir zaman dilimi
yarattığım işkilli hüviyetim ile endamlı yalnızlığımı özlediğim ve hakkaniyet
adına kendime ödüllendirdiğimi sanıp aslında kesif mutluluğun bana çok geldiği
belli ki sıradan hüviyetimle sıra dışı bir meziyetmişçesine neşeyi de acıyı
darmaduman eden gaipten gelen seslerle ben hala neyin mücadelesini veriyorsam…
Öfkeli milatların, yanık kelamın,
yanlı aşkların ve varlığın heba edildiği yansız bir hezeyansa denk düştüğümüz
devrildiğimizin de sunumudur her çöken lehçede ve benlikte aşka dair bir tek
kırıntıdan bile nasiplenmeyi kendimize çok görmezken ne de olsa zaman en öfkeli
yargıç yine o bağnaz kehanetlerin sahibine atıfta bulunan ve hakkaniyetin
ölümsüz bekçisi.