Bizimki, meslek hayatı boyunca, maket yapmadan ziyade yazı işerine daha fazla ağırlık verdi. Roman, hikaye, tiyatro oyunu, film senaryosu gibi edebi konularda bitmez tükenmez bir enerjiyle yazılar yazdı durdu. Mesleki dergilere yazılar gönderdi. Yazdığı edebi değerdeki yazılarında konu, kurgu, olayların örgüsü, diyalog ve tasvirlerde başarılı olduğunu ama; yazım, anlatım, üslup ve bazı türlerin tekniği yönünden yeterli olmadığını emekli olduktan sonra anladı. İstanbul'daki önemli bir üniversitede bir öğretim görevlisinden edebi yönden değerli bilgiler edindi. İnternet ortamında, başta TDK olmak üzere edebi yayınlardan yararlanarak noksanlıklarını gidermeye çalıştı. Bunun sonucu, roman, hikaye, tiyatro oyunu gibi eserlerini yeniden ele aldı. İki romana özellikle büyük uğraş verdi. Bunlardan birisi tarihi romandı. Anlatılan tarihi anılar yazılı olduğu halde, tarihi bir hataya düşmemek için çok iyi araştırma yapma gerekiyordu. Bir başkasına yeterli olabilecek eldeki yazılı belgeler yeterli gelmiyordu ona. Ayrıca, biten roman ve hikayeleri aralıklarla gözden geçiriyor, iyice olgunlaştırdıktan sonra yayınevlerine göndermek istiyordu. Şu anda tarihi romanı, dokuzuncu kez gözden geçiriyordu. Bittiğinde görücüye çıkarılacak. Gerek roman, hikaye ya da başka tür edebi çalışmaların yanında, internet ortamındaki edebiyat sitelerine öykü, deneme ve makale gibi yazılar yazıyordu. Mesleki bir dergide devam ediyordu yazıları. Altı yıl önce bir yayınevi, romanını beğenmesine rağmen, sakıncalı bulduğu için yayınlamaktan kaçınmıştı. Bir edebiyat sitesinde, Nobel edebiyat ödülü almış bir yazarın çok okunan bir kitabını eleştirdi. Birçok olumsuzluğu ortaya dökerek. Sanal edebiyat sitelerinde kendine yazar diyenlerden geçilmiyordu. Bizimki, yazar geçinenlerin yazım kuralları yönünden hatalarını gördükçe, kendisini epey aşama kaydettiğini anlıyordu. Böyleyken bile kendini yazar görmüyordu. Şimdiye değin, edebiyat sitelerine ve dergilere yazdığı yazılarda "yazar" ifadesini hiç kullanmamıştı. Bu hikayeye bir ad vermek için "yazar" yaptı kendini. Öyküye de "Maketçi Yazar" adını koydu. (Bizimki, "Benim başım kel mi?" demek istemiş. Yine yerden göğe kadar haklı.)
Roman, hikaye yazmak bazen bıkkınlık veriyordu. Ya da, ilham perisi: "hadi bana eyvallah" deyip uzaklaşıyordu. Hele romanları üçüncü beşinci kez elden geçirmelerde tıkanma oluyordu. İşte bu dönemlerde makete başlıyordu. Yazı yazarken ya da yazılan romanı gözden geçirilirken duyulan yorgunluk, çok daha uzun süre çalışılsa bile maket işinde hissedilmiyordu. Üstelik, zamanın nasıl geçtiği bile fark edilmiyordu. Torundan kalan çocuk masasında çalıştığı için, sadece ayakları ses veriyordu. O da, uzun süre oturduğu durumlarda. İşine ara verip, kalpten daha yüksek yere dayadığı ayaklarını beş altı dakika kadar dinlendiriyordu. İnsan kalbi, geri çekmede zorlanacağı için dikeliyken ayaklara fazla kan pompalamazmış. Kalpten yukarıda olan ayaklara daha fazla kan pompalandığı için ağrı ve ayak yorgunluğu kayboluyormuş. Ayakları ağrıdığında bunu uyguluyordu.
(Bizimki, ne çok şey biliyormuş böyle...)
Bizimkinin aslında lakabı, Maketçi Dede olmalıydı. Yaşı da uygundu buna. Bunu ilk defa, bir numara torunu dile getirdi. Dört beş sene önce en büyük torunu, "Dede, bana ufo yapsana," dedi. Direk böyle istekte bulundu. İki ve üç numara torunlar da ondan aşağı kalmadı. "Bana da yap, bana da yap," diyerek tempo tuttular. Dede, "onlara el becerisi aşılamada bundan iyi fırsat olamaz" fikriyle "peki" diyerek sevindirdi onları. "Yardım ederlerse yapacağı" şartını ekledi ardından. Torunlar, itiraz etmedikleri gibi hemen işe başlayacaklarını belirttiler. Dede, uyduruktan birer iş verdi bunlara. İşte o zaman büyük torun, "Dede, sen maketçi misin?"diye sordu."Maketçi Dede'yim," dedi bizimki. Çocuklar güldü. Büyük torunun dalga geçercesine "Maketçi Dede" demesine hemen öbür ikili de katıldı. Torunlar, bir saat zor durabildiler. Her biri bir bahane uydurarak ayrıldı odadan. Çocuklar yardımda kaytarsalar da bizimki, söz verdiği gibi dönen ve çevresine ışık saçan birer ufo yapıverdi onlara.
Maket yaparken, müzik setinden Türk Sanat ve Türk Halk müziği dinliyordu sürekli. (Kim mi? Tabi bizimki.) At ve merkep sırtında kaynağına giderek türküleri notaya alıp topluma kazandıran Muzaffer Sarısözen'i takdir etti. Hisarlı Ahmet'i, Aşık Veysel'i, Aşık Peymani'yi, Aşık Davut Sulari'yi, Aşık Daimi'yi, Neşet Ertaş'ı ve nice halk ozanıyla sanatçıları daha iyi tanıma fırsatı buldu. Türk sanat müziğinde ise, Dede Efendi, Bimen Şen, Yesari Asım Ersoy, Sadettin Kaynak ve Yusuf Nalkesen gibi değerli onlarca bestekarı daha iyi öğrenmiş oldu. Şarkı ve türkülere eşlik eti çok kez. Öyle ki, şarkı ve türkü dağarcığına bereket yağdı...
Maket yapmak onun için bir hobiydi. İnternette bulduğu figürlerde bazı
değişiklikler yaparak uygulamaya geçiyordu. Işıklandırmaya da ayrıca önem
veriyordu. Bunu sağlamanın yolu da, elektrik bilgisinden biraz nasiplenmekten
geçiyordu. Bizim ki, çok fazla ilgi duyduğu için özellikle elektrik bağlantıları
yönünden deneyimliydi. Her mekan değişiminde, evin tüm elektrik bağlantılarını
kendisi yapardı. Avizelerdeki lambaların ayrı ayrı yanmalarını bile. Sadece
elektrik değil, su tesisatındaki her olumsuzluğu kendisi giderirdi. Kombi
dahil, beyazı eşyaların beyin fonksiyonları dışında tamirci sokmazdı evine. (On
parmağında on marifet, işte buna denir.) Maketlerdeki elektrik düzeni onun için
çok kolaydı. Ayrıca, adaptörler vasıtasıyla düşük voltlu akım kullanımı
nedeniyle elektrikle iyicene senli benli oluyordu. Işıklandırmada, lehim yapmak gerekiyordu. Bunu, bir
televizyon tamircisinden öğrendi. Bir süre sonra lehim yapmada da erbap oldu.
Öyle ki, ince lehim teli kullanmanın daha verimli olduğunu fark etti. Yardımcı
yapıştırıcı öge olarak sıcak silikonun, iki üç parçanın yapışmasına destek
verdiğini ve bu uğraşıda yararlı olduğunu gördü. İşkence ve sert kıskaçlar da
bu işin olmazlarındandı. Kesilen parçaların aynı ebatta olmalarını sağlamada,
sıkmalı araç gereçlerin önemi daha iyi anlaşılıyordu. Maketçilik işinde maket
bıçağı, bir maketçinin eli ayağıydı. O nedenle kesim işlerinde, yirmi iki
mm.lik bıçaklı maket bıçağı tercih etti hep. Yapıştırıcı olarak, başta derbi
olmak üzere, değişik türde yapıştırıcılar kullandı. O durumlarda penceresini
açık tuttu çok kez. Bazen unuttuğu da oluyordu tabi. Oda içindeki koku,
evin öbür taraflarına ulaşıyordu haliyle. Kokuyu hisseden karısı;"
"Koah hastasısın. Bu koku ciğerlerine zarar verir," diyerek hemen
tepki veriyordu.
Doktorların
demesine göre, (Birkaç testten sonra tabi.) akciğerlerde hava kistleri oluşmuş.
Kötümcül olmayan baloncuk şeklindeki kistler, sigaradan kaynaklıymış. Elli sene
o zıkkımı içersen olacağı oydu zaten. Bereket hava kistleri büyük değilmiş.
Az buz da olsa solunum yetersizliği kendisinin pek umurunda
değildi ama, karısı ve evlatları bir konuda rahatsızdılar ve bunu açıkça
belirtmekten çekinmiyorlardı. Yapıştırıcıların kokusundan ve genzi yakan zehirli
lehim dumanından uzak durmalıydı. Daha açık bir ifadeyle, "maket yapmaktan
vazgeçmesini istiyorlardı. Son senelerde maket işine, yazmadan daha fazla
zaman ayırıyordu. Bu da, temiz havaya ihtiyacı olan akciğerlere sakatlık
vermekti. Bazen maske taksa da sıkıntı verdiği için kısa sürede alıyordu ağzından.
Bütün bunlara rağmen, maket yapmaktan alıkoyamıyordu kendini...
Bir tutkuydu bu...
Veysel Başer