Şimdilerde, mübarek ve muhterem Ramazanı Şerif ayının manevi huzurunu huşu ile teneffüs etmekteyiz. Ailemize, akrabalarımıza, dostlarımıza şaşaalı iftarlar vermekte, devasa iftar davetlerine icabet etmekteyiz.
Sofralarımızda tabiri caizse kuş sütü eksik. Uzun günlerin açlığına gösterdiğimiz sabır ve mukavemet elbette ki takdire şayan. Bunun karşılığı olarak da iftar menümüzü elimizden geldiğince zenginleştirerek, nefsimizi bir nebze şımartarak kendimizi ödüllendirmeye özen göstermekteyiz.
Hele de utanmadan, sıkılmadan aldırmadan aleni ve pervasızca oruç yiyenlere bakılırsa, oruç tutanların bu niyetlerinin ve değerli ibadetlerinin kıymeti bir kat daha artmakta.
Mazereti olanlara kimsenin bir şey dediği yok. Hatta mazeretsiz tutmayanlara da ne denilebilir ki. Kendi tercihidir elbette ki. Ancak insana verilen değerin ve saygının karşılıklı gösterilmesi gerekir. Kırmadan, incitmeden, ötelemeden.
Yani diyeceğim o ki; oruç tutmuyorsan, kapalı mekânlarda, oruç tutanlara göstermeden ye iç. Saygı göster saygı gör. Bu anlamda düşünen ve yaşayanlara teşekkür ediyorum içtenlikle.
Bundan sonraki serzenişlerim de orucunu tutanlara olacaktır. Tabi öncelikle böyle uzun yorucu ve tempolu günlerde oruç tuttukları için tebrik ve teşekkür etmeyi unutmadan.
Ramazanın bizimle olan boyutu, bu minvalde kendimize gösterdiğimiz ihtimamdan ötürü, gözümüze ve gönlümüze elbette ki hoş gelmekte. Fakat içinde yaşadığımız toplumda, bizim dışımızda birilerinin de var olduğunu unutmamak lazım.
Hele bunların fakrı zaruret içinde oruç tuttuğunu düşünürsek, “ben” duygusundan sıyrılarak “biz” olmanın sorumluluğunu da bir nebze hissetmemiz gerekmez mi?
Az önce çıkan günlük pideyi, soğuduğu için tercih etmeyerek, buğulu ve sıcacık olsun diye kuyrukta beklemeyi göze alan bizler; komşumuzun, diğer ülke Müslümanlarının hangi şartlarda oruç tuttuğundan haberdar mıyız acaba?
Ekmeğin fiyatını bilmediğimiz bu ortamda, çoğumuz birilerinin her gün bayat ekmek aldığından da habersizdir sanırım.
Ya da pastırmalı sucuklu sahurların tadını çıkarırken, hiç ekmek ve suyla oruç tutanlar aklımıza geliyor mu? Çocuklarının rızkı için hayatını ortaya koyan madencilerin yer altındaki iftarlarını görenimiz bilenimiz var mı?
TV kanallarında on binlere iftar vermenin gururuyla, spikere hava atan anlı şanlı belediye başkanlarımız acaba kaç garibanın evine iftar paketi bıraktı?
Esas yiğitlik, kamerasız basınsız, kimseler bilmeden bu hayrı yapabilmektir kanımca. Böylelerinin de olduğundan kaniyiz. Mevla’m bu gizli ecirlerini makbul ve hayırlı eylesin. Sözümüz ibadeti reklama kanalize edenlere elbette ki. Bir de bencil zenginlere.
Şehadet şerbetini içmek üzere iken kendisine verilen suyu içmeyerek kardeşine gönderen bir neslin evlatlarına ne oldu dersiniz? Bir dilim ekmeği paylaşmanın hazzını mutlulukların en güzeli addeden altın neslin çocukları değil miyiz? Yoksa mutasyona mı uğradık farkında olmadan? Nerede komşusu açken tok yatmayan yüreği kocaman gönül insanları?
Kıssadan hisse:
Abdullah bin Mübarek, Mekke’de hac ederken Harem’de uyuyakaldı. Rüyasında iki meleğin şöyle konuştuğunu duydu:
“Bu sene 600 bin kişi haccetti. Fakat hiçbirinin haccı kabul edilmedi, ancak Şam’da bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul etti.”
Abdullah bin Mübarek uyanınca, merakından Şam’a gider ve onu bulup der ki:
“Sen nasıl bir hac yaptın da senin hürmetine Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul etti?”
“Bir yanlışlık var. Hacca niyetlendim fakat gidemedim.”
“Nasıl olur, bu durumu bir anlat.”
“Otuz senedir hacca gitmeyi arzu ediyordum. Eskicilikten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna çıkacağım zamandı. Evimizi et kokusu sardı. O sıralar hamile olan eşim bana; “
“Komşudan et kokusu geliyor; canım çekti bana bir parça et ister misin?” Dedi. “Komşuma gittim. Durumu anlatınca ağlamaya başladı:”
-“Bu pişen et, ölü bir hayvana aittir. Yedi gündür aç olan çocuklarıma helal bir gıda bulamazsam, bunu yedireceğim, bu size haramdır.” Dedi.
Tamirci der ki:
“Komşumun anlattıkları içimden bir parça kopardı. Bin bir zorlukla biriktirdiğim 300 dirhemi ağlayarak ona verdim; “
“Yazıklar olsun bana ki, sen aç iken halinden haberdar değilim. Hakkını bana helal et dedim.”
Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek:
“Rabbim bana rüyada bu hakikati gösterdi.” Dedi.
Gelelim günümüze, “bu zamanda fakir kalmadı” diyen sevgili zengin kardeşim, komşularını yeterince tanıyor musun? Verdiğin iftarlarda kaç tane garip yer aldı? Zekâtını ve fitreni hakkı olanlara ulaştırabildin mi?
Cüneyt-i Bağdadi yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu:
"Zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekâtî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum." dedi.
İşte çok değer verdiğimiz “malın ve paranın” Allah dostlarının gözündeki değeri bu. Malın hayırlısı değerlidir elbette ki. Çünkü onunla ahiretimizi de kazanabiliriz.
Bir zamanlar zenginler de fakirler de; mütevazı ve vakarlıydı. Şimdi ne oldu bize ki fakirler alenen dilenmekte, ya da muhtaç olmadığı halde bu zelil mesleğe özenmekte. Zenginler de çeşitli bahanelerle nefsini ikna ederek zekâtını vermemektedir.
Ya da bir garibi, düşkünü iftar sofrasına oturtmayacak kadar nefsine mahkûm.
Diyeceğim o ki; Müslüman, oruç tutmanın gereklerini tam anlamıyla yaşayabilmelidir. Yani bütün bedeni ve ruhu ile oruç tutmalıdır: Ağız yalan konuşmamalı, kalp dedikodu, suizan vb. düşünmemeli. Ruhu iyilik ve ibadet yapmanın huzurunu tadabilmeli, zaman gereksiz yere harcanmamalıdır. Böylelikle kalp ve beden birlikte ramazanın coşkusunu, uhrevi havasını teneffüs etmelidir.
Orucunu açarken tefekkür etmeli, “sadece leziz yemeklerle karnını doyurduğu için değil” orucunun makbul olup olmadığını, gününün hayırlı geçip geçmediğini düşünerek, sahip olduğu nimetlere şükrederek, bu yönüyle sevinmeye çalışmalıdır.
İftar vakti karnı doyduğu için sevinenler, orucun manevi hazzını hissedemez. O yüzden bilinçli bir Müslüman Ramazanı Şerifte, öncelikle ruhunu ve kalbini güzelliklerle yıkamalıdır.
Kimseleri kırmama, yakınların gönlünü alma, birilerine mütevazı iftar verme, yardımda bulunma, garipleri, çocukları sevindirme, kimsesizleri, hastaları ziyaret etme. Hatim okuma, teraviye gitme, hayır duada bulunma, yakınlarının kabirlerini ziyaret etme vb. gibi güzel hasletleri ihmal etmemelidir.
Bu anlamda Ramazan, her türlü iyiliği ve güzelliği kucaklamak demektir. Bu da insanın kendi fabrika ayarlarına dönmesi anlamına gelmektedir. İnsan olmanın şartı ve “olmazsa olmazı” da budur.
Böyle insanlar ailenin, çevrenin toplumun, ülkenin ve insanlığın yüz akıdırlar. Çünkü bunlar; kimselere zarar vermez, incitmez, ötelemez, hor görmez ve ayırım yapmazlar. Üretici, birleştirici, yapıcı ve katkı sağlayıcıdırlar.
Oldukları ortamlara pozitif enerji, yaşama sevinci ve mutluluk katarlar. Nadide kokan çiçekler gibidirler. Olmadıkları ortamlarda özlenir ve aranırlar. Toplumu kaynaştıran harç, ağızların tadı, huzurun anahtarıdırlar.
Ne mutlu; böylesine mütevazı fakat önemli, gösterişsiz fakat dinamik, kibirsiz fakat vakur duruşlu gönül insanlarına…
Bizler, böylelerinin sayesinde, toplum ve millet olmanın hazzını ve haklı gururunu paylaşmaktayız. Böylesi değerler çoğaldıkça mutluluk çıtamız daha yükseklere çıkacaktır kuşkusuz...
Sevgiyle kalın…