Bir yanılgıyı sahipleniyor
olabilirim: hayata dair bir yanılgı.
Kulvarında huzur olan her duyguyu
kucaklayabilirim ansızın sonra da seğiren gözüme parmak sokup, görüş alanımı
sıfıra indirgerim.
Soğuk bir Aralık sabahında, geceden
kalan düşünceleri sokağa süpürmek gibi yazmak. Yaşama duyduğum bağlılığın da
örüntüsünde güçlü bir siper.
Zamanı makul düzeyde verimli
kullanmaya çalışıyorum ve mendireğin bitiminde, denizi kolluyorum.
Sabahın iç burkan dansına yakından
tanığım, geceyi sabahla birleştirip, külüstür zihnimde zehir zemberek kendime
sövmeye de son verdiğim gerçeği.
Severken daha mı ölçülüyüm ne ve
duygularımı serbest bırakıp, sıradanlığımı öznelleştirip, kıyama duran yüreğin
soyut semasında ben nadide olmaya öykünüyorum.
Dünde kaykılmışlığın sunumu ile
hülyaların de sona erdiği ve düş pazarında, en kaliteli hayalleri ısmarlarken
evrene biliyorum ki; ben de bir düş kahramanıyım.
Masal olduğuma inanmıyorum lakin
misafirliğe gelen duygu ve düşüncelerime kalemle eşlik edip hoş bir ambiyans
özlemi ile kırk yarıp, sadık kalıyorum sefil yüreğime.
Zamanında ölmek ya da doğru zamanı
beklemek ölmek adına ki bana ait bir aforizma değil sanırım aklımın ırmağında
takılı kalmış kâğıttan bir kayıt.
Zamanı kutsayan Yaratan aslında
zamanı hor gören de bizleriz en çok da dünde kalmış çeyrek asrı iyi
değerlendiremediğim için her gün en az bir saatimi yazmaya ayırıyorum.
Ruhun kopçası kopuk işte aslında
benim hayattan kopuk görünen lakin en ölçülü fani olmak adına kıyasıya çaba
verdiğim.
Mücadele kelimesini zikretmek
istemedim çünkü hayatın bir savaş olduğu gerçeğine uzağım her ne kadar iyi bir
savaşçı olup olmadığıma aklım ermese de.
Bir mezarlık ziyaretinden yeni döndüm
ve aklın rahvan koşularında, ben yüz metreyi yüz senede aldım.
Göze alamadığım çok şey olsa da
hayatta, denilebilir ki; patavatsız bir yürekten sevenim ben.
Zaman ve mekân özürlü düşlerim
sayesinde; içimdeki boyutsuzlukla, çeşit çeşit insanı tek kareye yerleştirdiğim
aslında kendimi de müdahil ettiğim bir karede; Hipokrat yemini etmişçesine
sahip olduğum sırlara en değerli hazine muamelesi yaptığım.
Görüntüler hayalini inkâr ederken
gerçeklerin ben muammalar içerisinde soyut raflarında insan zihninin farklı
oluşumlara sebebiyet verdiği inancı ile…daha net bir açılım ile özümüzdeki
neden yansıtmaktan kaçınıp insanlar nasıl da oluyor da kaş göz hareketleri ile
sevecenliğin ayağa düştüğü bir mizansende, birbiri ile alay etmeye meyilli
olduklarını görmezden geliyorum.
İçimizdeki sınırsız kaynaklar.
Kısaca insan benliğinin atıl tarlası.
Şimdilerde boykot ettiğim hüzne biat
mutlu olma arayışı değil bilakis mutluluğa düşmüşken yolum, ben anlam da
veremiyorum; bu geç kavuşmuşluğuma mutluluğun nasıl oluyor da insanlarda ters
tepki yaptığına.
Oysaki hüzün, mekanizmamda geri
tepmesine sebebiyet verirken umut ve benzeri duyguların, sandığım da olmuyor
hani.
Ben hala aynı tınıda ve sefasını
sürerken kelimelerin iç sesimi boykot etmeden bilakis yazmaya olan
düşkünlüğümle insanın mutlu olarken de yazabileceğini yine kendime ispatladım.
Ne çok kuram saklı hayatımızda.
Dünden gelen ve yarına bile burnunu
sokan ve felsefi açılımlar yüklü sayfaların esiriyim son yirmi gün.
Göğün ıssız varlığına dokunan elim
hele ki elem yüklü bir bulutu uğurlayıp iyimser gözlerle baktığım doğa.
Doğanın gidişine ayak uyduramadığımız
belki de bizim dünyaya verdiğimiz eziyet ile tabiat gidişatına farklılık
getirirken.
Farklılıklar belki de mubah değil
insanların gözünde ve farklı yapımla aslında evrene ihanet eder gözüküp kendime
de en büyük iyiliği yaptığım.
Zamanlama konusunda hep sıkıntı
yaşamışımdır sanırım aceleci yönümle telaşa düştüğüm her izlek ve olayda yine
bir an evvel başlayıp sonlandırma arzum ki; yeni bir başlangıç yapmak adına da
geç kalmama dürtüsü.
Son zamanlarda uyku öncesi; yarını
planlamak ve bir an evvel uyanıp günü karşılamak.
Sanırım en iyi terapist yine inancın
kucağında kendimizle ettiğimiz hasbıhale Yaratanı da dahil edip üçlü bir
konferans gerçekleştirdiğimiz.
Dünle alıp veremediğim hiçbir şey
kalmasa da dünün ölü toprağını üzerimden atıyorum her yazmaya başlayıp da
günlük noktalarken yazma serüvenimi.
Kayıtsız olmayı beceremediğim ömrün
şimdilerinde kayıtsız kalan insanlara da fazlasıyla saygı duyuyorum ve sevgi
ibaresine olan yaklaşımlarında, görüyorum ki; sahte sevgiler ilk sırada ve
saygılı sevgiler nerede ise yok denecek kadar az.
Elbette kâhin değilim de ya da bir
bilim insanı yine de kalp gözüm bana emanet edilmişken ben sıkı sıkıya sahip
çıkıyorum bana sunulana.
Altıncı hissime inanıp yaşarken ve
içimdeki iyi niyeti saklı tutarken, sır da değil hani; herkesin sevgide eşit
ölçüde pay sahibi olduğu.
Sebepsiz sevmek çok basitken durduk
yere insanlar niye olumsuz duyguların saklı ve hâkim kılarlar, bunu da
çözebilmiş değilim yine de genelleme yapma hakkım elbette yok. Neden durduk
yere herkesi zan altında bırakmalı ki?
Gerçi birbirimize zan yüklerken ya da
durduk yere yüreğinin sınırlarını ihlal ederken… çözmek filan değil amacım
sadece kendimi bunca insan arasında saklı ve sabit kılmak.
Ben dilinden uzaklaşsam da eğer ki
konu yaşamak ve insanlık ise; bir şekilde ben-merkezcil olup empati
yeteneğimizi de güncelleyebiliyoruz hani üstelik kolaylıkla.
Bir kitabın sayfalarını karıştırırken
zihnime kazıdığım birkaç cümle ve derinlerin analizini yaparken basit ve
görünmeyen gerçeklerin de su yüzeyine çıktığı.
‘’Yine de en çok çiy damlası en çok
sessiz gecede düşer, biliyorum.’’(Alıntı)
Ve sabahın ilk ışıklarında da bilfiil
tanık oluruz buna. Bu cümle bana ait aslında bağlantı kurmak gerekirse
insanlarla…
Her çiy tanesi aslında rahmetin ta
kendisi değil mi belki de bizim iz düşümümüz hayata ve güne ve yine bizi temsil
eden binlerce, sonsuz çiy damlası.
Sessizliğin huzura dönüştüğü bazense
tam tersi…
Gürültünün sessizliğe davetiye
çıkardığı ve bunca ses arasında kendi sesimizi sabitlemek adına durmaksızın
konuşup yazmak istediğim/iz.
Bunun ne kuralı var ne de saati hele
ki bir armağansa bize bahşedilen…
Geceden sabaha olan yolculuğun mimari
aslında her gece ölüp yeniden doğmayı da dört gözle beklediğim/iz.
Şimdi bir çiy tanesi olmanın vaktidir
yarın olmadan ve fırsat varken…