‘’Azımsanmayacak kadar ölmüşüm!
Azımsanmayacak denli ölüyüm.’’
(Nilgün Marmara)
Sözcüklerin deformasyonuna ön yargı
ile yaklaşıyorum: içimdeki şehla bülbülün sesine yabancı bir gül olmanın
verdiği kırılganlıkla söyleniyorum.
Yuvarlıyorum tüm ondalık sayıları
sonra da yutan sayı olmanın verdiği ağırlıkla içimi boşaltıyorum.
Kalıbımı bastığım hangi sızıysa beni
yerimden yurdumdan eden ve kolladığım mahşer tutsakları hani bas diyecekler de
basacağım bam teline ölümün sonra da içimdeki pestili süreceğim öne.
Sürümü belki de düşlerimin ve
süründüren ne çok hayal.
Ölümü ayıklıyorum pervasızca hayatın
saçlarına yapışmış ellerinde matemin, mahrem dünyamı boca ediyorum da aslında
kendime ve işime sadık bir çiçek olmanın verdiği solgunlukla polenlerimi
salıyorum Martın sıkılgan havasına.
Ne tuhaf bir duygu: daha geçenlerde
üşüten kar taneleri…
Ne tuhaf bir rehavet ve işte şimdi
peyda olan bahar yorgunluğu bir de uçuşan polenler.
Zehir zıkkım oldu olalı aşkın
muhatabı üç beş kelam arıyor gözlerim ve bir de yetilerimin dumura uğradığı bir
o kadar emin olamadığım o propaganda kendimle olan bitimsiz davamda yazdığım
her cümleyi yok sayıp yeni ve olağan dışı cümlelerin peşine düştüğüm.
Sözcükler kadar yorgun bir ahali var
mıdır hani?
Ne de olsa herkesin binlerce yıl
ağzından düşmeyen kesat sözcükler akabinde eşlik eden duygular ve frapan bir yönerge.
Muhalifi olduğum yorgunluğum.
Mağdur kılındığım insanlığım.
İnisiyatif kullanamayan kim ise ilk
evvel kendimi suçladığım belki de beylik bir acıyı hanım hanımcık kabullenip
çok olağanmışçasına arşa uzanan haykırışlarımın tek muhatabı iken yine o istikrarsız
insan izleklerinde hangi kareye denk düştüğümü de bilmeden üçgen bir surat mı
yoksa içimde barınan o keramet ile fıtratımın her zerresini bilfiil herkesle
eşleştirip kendime denk düşen bir denkleme daha rastlamadığım kadar radarlarıma
takılan o sessiz çığlığı da yok sayamadığım.
Her molada.
Her mealde.
Her sekantta.
Her halükarda.
Biriken hezeyanın karekökü ve elde
kaldı sıfır, demenin sadece basit bir matematik hesabı olduğunu umup da
yanıldığım ömür boyu hele ki dirseklerimi çürüttüğüm soğuk amfilerde ben
bilginin peşine düşmüş bir düş sihirbazı gibi her gün daha da çoğaldığıma vakıf
o okuma aşkımla cihanda tek maruzatı olan benmişim gibi hop oturup hop
kalktığım.
Belki bir şaklaban.
Ve genelde afallayan.
Süzgün bir yüzün de güzelliğine vakıf
iken evren içimdeki güzelliği sunmaktan başka amacım da yok iken.
Her sözcüğe ve her işleme kendimi
adadığım heybetli plazalarda neye denk düştüğümü bilirmişçesine ait olduğumu
sandığım soğuk mimarinin bana yansıttığı bir gurur gibi o devasa mabedinde
ruhumun bitpazarındaki çılgın ikinci el eşyalar gibi bilgiyi alıp devşirdiğim
ve içine saklandığım sonra da bilgimle ve gayretimle aklandığıma biat ben
gerçekten de aşkın ta kendisi o terennümü sakınmadan dağıttığım aklın merhalesi
ve yenilginin ne olduğunu da çok sonradan öğrendiğim.
Biteviye incinen yüreğim.
Bir solukta vardığım o mabet.
Kimselerin kimsesizliğine sessiz
kalamadığım gibi kimlik derdine düşen bir rabıta belki de yine içimdeki devasa
hücrelerde ben tek kişilik maceramı insanlarla pay etmek adına canhıraş
uğraştığım.
Aklın ambarında.
Yüreğin soğuk hava deposunda.
Tüm o hezeyan.
Ve heyecanımı bastıramayıp aklımla
duygularımın çatıştığı.
Ne is tetikleyen.
Ne ise beni benden uzak kılan.
Ve günden güne kendimi kendime sunmak
adına kendimce çektiğim bir selfi macerası belki de ruhumun iz düşümünü
biçimlendiren tüm yazdığım cümleler.
Kırıntıları duyguların ve kabaran
yüreğim.
Kerbelası belki de düşük yapan
hüzünlü günün dingin ruhuma eşlik etmesini temenni ettiğim ki dingin olmak
değil de dinginliğe uzanan yolun verdiğim her molada daha da uzayan bir gecenin
güne özrünü sunmadan vefatını ilan ettiği bir serenat misali içimdeki kıyımda
hazır ola duran o düş cambazı kimliğim.
Göreceli olsa hayat ve muadili
duygular.
Körü körüne sevmeyi maruzat bilsem
de…
Ve işte sanrıların yüz ölçümünde
ölümlü bir vasiyet benimki dünü dünde bırakmanın verdiği şaşkınlıkla
sahiplendiğim mazime son bir çentik daha atarken efkârın tavan yaptığı.
Minnet duymadığım hiç kimse.
Yürekten bağlı olduğum he kim ise.
Ve kimsesizliğimin hudutları ihlal
edilirken herkesten uzak durup içimin manivelasında bir önsezi belki de
hıçkıran yalnızlığım üstelik tüm kalabalıkların atıp tuttuğu.
Bir sağanağın ilk damlası olmak nasıl
ki boynumun borcu rahmet odaklı düşlerimde serpilen umutlarıma da müteşekkirim
hani en azından kayığım su almazken ben rahmetin eşkâlini çiziyorum sevdiğim ve
gördüğüm her çehrede kendimle uzlaşma yolunda hem fikir iken kalemimle.
Sözcüklerin ne bir hurafe ne de
yanılgı olduğu.
Ve aşkın payidar…
Ruhun da bahtiyar rüzgârlara olan
borcunu yazarak ve şükrederek ödediğim gerçeği en azından bir seremoni tüm
ölümlü hayallerim bağrına basmışken içimdeki çocuğu ve paye vermezken kendime
bir zamanlar bilmek yine ısrarcı varlığımla bir kâbusu daha sonlandırmanın
verdiği o huzur.
Sözcüklerin ufkunda bir inanç
olabilir zaman
Yeknesak sarhoşluğunda
Gönül hutbesi deyişlerin de satır
arası…
Yoksun kılındığım leylak rengi bir
özlem bu
İçimin şafağında
Hazır ola duran nöbetçi:
Ne isyanların tayfası sıradanlık
Ne yarının bekası
Varsa yoksa yalnızlık.
Tümlenen bir serpinti
Aşkın miladı
Kayıp bir sızı varla yok arası
Şahika sessizliğinde
Mümkün mü ırak kalmak?
Hele ki yorgun gidişatın sınandığı
İki dudak arası sırlar
Gönül muhabbeti
Elbette
Dosttur yüreği feraha çıkaran
Aşkın nizamı.
Yufka yürekli sitemde
Dar acılı bir sezgi
Rotası yarla yarenlik yapan
Sıra dışı lügati o ürkünç
Sezilerimde
Ses veren name yüklü
Sergüzeşt bir beste.
Fıtrat ne yanılgı;
Ne kabulü ölümün
Beylik bir serzeniş
Elbette kavuşmak adına değil mi ki
Aşkın makbulü
Kıyamete kadar son sürat
Zanlı yorgunluk
Zindan misali gömüldüğüm
Zatı âli aşkın kabulü
Yürek kadar küçücük
Elem kadar devasa
Sarnıcın her noktası.
Her halükarda depreşen yalnızlığın
mutluluk versiyonu adeta durduğum kıyamda hatmettiğim uhrevi duygular ve peştamalı
yüreğin, farkına varmadan İlahi Aşkla kesişirken yolu…