‘’Çerçeveli yalnızlıklarımızdan
oluşan, kapıları acılardan, örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi’yi saklayan
güzellik!
Arınalım, arınalım artık yozlulardan,
şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden.
Sevgi yazısıyla!’’ (Nilgün Marmara)
Örtülü ödenek gibi yazgının
alıntısına esir düştüğüm bir yazının da ilk cümlelerinden silik ruhumun
haşmetli üzüncüne yenik düşen kalemden alamazken başımı.
Öğütüldüğüm mizansende, sevgili
Nilgün ve sevgili, demekten de asla hicap etmediğim sanırım sevgiyi insanların
her birine yakıştırsam da en haşmetli öğretiyi sadece severek dillendirdiğim…
Telaşla y/aşıyorum sanırım zamanı
öldürmekte yok üstüme belki de kendime kıydığımın da resmi her övünç yüklü
sanrıda ben sancılı doğumların ebesi iken belki de körebe oynamayı özlediğim
hatta asla da oynamadığım…
Bir uçurtmanın ipiyim, sevgili Nilgün
ve bulutlara değerken başım aşkın alası bir çökertmeyi sadece sevenlere yakıştırırken.
Ütopyanın da ta kendisiyim ve
çehremde haşmetli ölü güllerden yaptığım bir çelenk ile dolaşıyorum ruhuma
okuduğum duaları geri gönderirken melekler ne de olsa daha çok zamanın var,
diyorlar. İyi de niye ya da ne için?
Öğretilerin köküne kibrit suyu döktüm
ve ölümümün şerefine ağıtlar da yakmayacağım; olsa olsa şen bir ölü olurum
doğurgan ruhun da tebaası iken şu sefil cümleler…
Telaşla yazıyorum da.
Azman kalemin lenduhası bir özlemle
kendimde arıyorum gözlerimi ve elemin retinasında çıtkırıldım gölgeler
oynaşıyor.
Seni henüz tam anlamıyla tanıyıp
çözemedim ama zamanın çok en azından detaylarda boğulup detaylarda mutlu olmak
adına geceyi gün bilip; günü de geceye devirip…
Kuşatılmışlığım.
Yitirilmişliğim de.
Kendim olmak adına kendimle
yüzleştiğim ama her halükarda kendimi doya doya sevmeye yeltenemediğim sanırım
diğer’lerinin sarnıcında ben sadece bit yeniği arıyorum her yanlışımda hatta
doğrularımın bile yanlış addedildiği ve örtülü ödenek misali illa ki rakamlarla
da kesişiyor yolum.
Ekşi bir tadı var geçmişin ve acıya
dönük yüzü ile an’ın gelecekten filan da umutlu değilken kötümserliğime çelme
takıp, sevme dürtüsüyle işin içinden çıkmaya çalışıyorum.
Her oluşumda bir yaptırma gücü var.
Her yaptırımda illa ki yozlaşma.
Ve dürtülerin sorumlusu iken nefsimiz
biz nefes alıp vermekle meşgul ve ben, ne ile iştigal olduğumun bilincine
varamayan insanların da sorularında arındırdığım bir cevap şıkkı gibi lakin hiç
de şık duran şıklar değil her biri.
Olumsuzluğun bir ışıltıyı
sonlandırdığı.
Karanlığın aydınlığı yuttuğu.
Ve bu sayede içine düştüğüm düş
çukurunda düşsel yetilerimin ayarını bozan gerçeklerden de alırken intikamımı
en azında yola düşüp yoldan çıkmamayı arz ederken.
Yenilgilere de doyamıyorum, sevgili
Nilgün ve soru bombardımanına tutulan zihnim ile bulamaç haline getiriyorum
duyguları ve bir şekilde arındığıma kani sadece yelteniyorum.
Şairin de dediği gibi:
‘’Yolculuk sürüyor. Geldiğimiz yerde,
anlamın yitirilenlerle oluştuğun söylüyor bir Medusa. Yitirmek.’’
Tanımsızlığın hicvinde ait olmak
belki de yine tüm yitip gidene nazire edip bir bardak suda kopan uğultu ile
dalgaları da yatıştıramamak hele ki bardak kırılmışsa bu sefer can kırıklarına
dayanıklı olmaya yeltenmek…
‘’Sonra sözcüklerin kumda bıraktığı
izlerin içine yerleştim.’’ (Nilgün Marmara)
Yerleşke.
Aidiyet duygusu.
Öznelliğin yitiminde genel bir sunum
belki de.
Ait olmayı şiar edinmişken bir ömür
ait olmadığım bir dünyanın kırık kulpu olmaktan bile aciz bir yetim sancı ile
içre dönük hüznün patavatsızlığı ile göğü de boyamaktan geri durmadığım…
Sen bir kez ait olmaya çalışıp…
Varlığın her zerresinde hürriyetini
şerh düşmüşken.
Ve parçalanan atomların şuuruna
intikal eden bir yenilgi ile de çekip gitmişken…
Ve yol seni nereye götürüyorsa
üstelik hâkimiyetin de bende olmadığı.
Şimdi kavruk bir düşün kıvılcımlarına
yenik düşen bir mersiye ile bir bir sonlandırma isteğine dayanılmaz bir istek
duyarken yazarak geçiştirdiğim ömür…