Bu, sana yazacağım son dört mektubun
birincisi aslında devamı gelecekti ama gerek senin ıssızlığın gerekse kabul
görmeyen karamsar bir metin olduğu için dörtle sınırladım, sevgili Nilgün.
Sayılar ve sayıların muadili insanlar…
sahi, hangi rakama denk düşüyorum ki? Aslında çok haneli bir sayı: sahi, neydi
kimlik numaram ya da cep telefonumu tuşlayıp da asla kendime ulaşamadığım…
Her şeyin çıkış noktası tam olarak da
bu: ne zaman kendimle uzlaşmaya çalışsam illa ki bir engel çıkıyor sonra da
hattan düşüyor mutluluğum.
Bu gün o kadar çok insanla konuştum
ki ve her biri bende ekstra hüzün bıraktı ardında.
Ardımdan ne bırakacağımı ise adım
gibi biliyorum: kitaplarım ve yazdığım yüzlerce şiir ve yazı hani azığa aldığım
gölgemle dertleşip de ansızın sus pus kesildiğim.
Sözcüklerin bir hurafeye dönüşeceği
gerçeği ya da hurafelerin neye denk düştüğü ve üşüyen cümleler ve ben ellerimle
onları okşarken Tanrının gözlerimdeki yaşları sildiği.
Anlam kaybı yaşamak çok muhtemel
sevgili Nilgün bir de yanlış anlamlandırılmak ve ben ölesiye mücadele verirken
yanlış bir anlaşılmaya mahal vermemek adına.
Baltalanıyor işte: aşk da edebiyat da
mutluluk da sonra da nedir bu balta girmemiş ormanın hali, deniyor. Ah, bilsen
bendeki yalnızlığı; bilsen senin gidişinin ardından nasıl da seni cesur
bulduğumu yine de geri dönmeni gerektirecek bir gidiş olsaydı keşke gidişin en
azından yas tutan insanlar ansızın mutlu olurdu seni yeniden gördüklerinde ve
ben seni bir kere bile görmemiş olsam da nasıl hayıflanıyorum yazgında yer
almadım, diye.
Benim yazgımda yer alanlar ve yazgımı
değiştiren mizaçlar.
Sonlanmasını talep etsem de bazı
şeylerin ardı arkası kesilmiyor.
Ne gürültünün ne de sessizliğin tavan
yaptığı o ıssız kütüphane misali her insan hangi kitaba denk düşüyor, diye
okumaya çalışıp da afalladığım.
Soytarı bir görev anlayışı benimki.
Sev sadece sev.
Ve sadece yanılmaktan ibaret olsun bu
uzun maratonun bitiş çizgisine zar zor ulaştım sonra da günün muhasebesini
yapıp yıldıran bir hissizlik ile yüzleştiğim ve aşırı hassasiyet zehirlenmesi
yaşadığım.
Ki bunun tek panzehiri yeniden yazmak
ve yeniden kaleme sarılıp illa ki insanların yüreklerine dokunma isteği ve
benim yüreğime dokunmuyor da insanlar: mütemadiyen delik deşik edip de çekip
gidiyorlar oysaki biliyorum ki; çekip gitmesi gereken tek insan benim.
Gün içerisinde ne çok düşünce
biçimleniyor zihnimde ve ben karşılık bulmak adına çabalarken çaresizlikle
yüzleşiyorum.
Şimdi karşımdasın ve beni dinliyorsun
ve biliyorum ki adım çoktan deli’ye çıktı en azından insanlığımla beraber
sürünüyorum ve yüzüme karşı tek kelime etmeyen yüzlerce insanın ardından akıl
sağlığımı korumak adına satırları döşüyorum.
Ve d/üşüyorum da.
Aklım yitmeden, ömür bitmeden ve
elden ayaktan düşmeden ısrarla seviyorum ki sevmeliyim lakin neyi ya da kimi?
Hiçsizliğimle iştigalim işte.
İnsanlar da işlevsizliği ile topa
tutuyorlar beni.
Dur, bekle, camı kapatmalıyım: bak
yine karşı komşu dikti kulaklarını iç sesimi dinliyor şimdi bilgisayarın da
sesini kıstım mı…
Ah, Nilgün bazen düşünüyorum da
gitmediğim uzak coğrafyaları… sahi, kabul görür müydüm oralarda yoksa senin
gibi ıssız çöllerde kalıp daha mı çok yazardım?
Metinlerini okurken çözmeye
çalışıyorum: kâh senin aklının evrildiği kâh bendeki gizemi hala çözemeyip bir
baltaya da sap olamadığımı.
Mevsimin ilk karı yağdı işte bak,
görüyor musun?
Çizmeyi da aştı artık kötü niyetler
ve uğradığım hakaret ve haksızlıklar.
Ben seviyorum ve gülümsüyorum ve
güneşin aydınlık yüzündeki o haleyi bile göremiyorlar ve ben görüp de
anlatırken sırtlarını dönüp gidiyorlar.
İçimi acıtan çok insan var, sevgili
Nilgün ama etik olmayacağı için sadece Allah ile benim aramda aslında
hissettiğini biliyorum bendeki yalnızlığı ve çaresizliği.
Kimse gibi değilim ve olmak da
istemiyorum. Kurmalı bebek gibi yaşamıyorum ve doğallığımla muhalifim ben ve de
sabırlı.
Doğaçlama yaşıyor ve yazıyorum ve
asla da fazla vaktimi almıyor artık neyin savunmasını yapıyorsam.
Göç mevsimi de değil ama artık göçmek
istiyorum rüyalarımda bile huzur vermiyorlar ya bilinçaltım sağ ve sol lobumu
tırtıklıyor ya da mazinin etkisiyle yeniden yaşıyorum dünü.
Günümle barışık olsam bile o kadar
çok ayrıntı var ki insanların saçmalar yağdırdığı ve kanayan her hücrem aslında
benim çıkış noktam.
Saniyeler asra denk düşüyor bazen ve
yaşım da sanki bir dakikaya denk düşüyor ve aslında genel olarak neye denk
düştüğümü henüz çözümleyemiyorum.
Bir aksan.
Frapan bir ömür.
Ya da kimliksiz bir gök taşı.
İstediğini söyle ve söylesinler de.
Sözcüklerin ıssızlığı da canımı
yakıyor. Zihnimde fink atan sayısız kelime aslında hayatımda bir kez
kullanmışlığım var ya da yok.
Geçtim, sevgili Nilgün ne de olsa
sıkıntı vermemeliyim kimseye yine de affetsin okuyucu beni.
Üç beyazdan uzak duruyorum.
Beyaz yalanlardan.
Beyaz sıfatlardan.
Beyaz benzetmelerle neye denk
düştüklerini asla bildirmeyen ama iddia edenlerden.
Yaşlarım çok tuzlu asla da abartı
değil ve istikrarla sevmeyi sürdürüyorum ve illa ki ket vuruluyor.
Reçetemi sunuyorum sana bir kez daha
ve zarfa koyup postalıyorum ki göçmen kuşlar illa ki ulaştıracaklar sana.
Tüten dumanı görüyor musun ya, Temmuz’da
yağan karı?
Hiçliğime asla toz kondurmadan iç
sesimle bir hiç olma görevini sırtlanıp içimin dehlizlerinde sana fener
tuttuğum bu satırlarla illa ki bul beni ve okşa başımı, sevgili Nilgün.
Abarttığım hiçbir şey yok hatta
eksiği var fazlası yok tek fazla ben olsam da.