Devre arası ömrün.
Sükûttan bir hale yaralı şafak, hazan
mahsulü ölümsüzlüğe delalet yazma coşkusunun aslında içimdeki yarayı
d/ağladığı.
Bir redif; bir satır; bir nokta ve
devasa bir sessizlik kopacak fırtınaya zemin hazırlayan.
Süregelen ne ise eklentiler
tetikliyor varlığı.
Gün kapıda lakin karanlık geçit
vermiyor ışıyan güne bile hicveden bir karaltı adeta tekne su alırken yağan
rahmeti de geri savuramıyorum ve esefle sevmeye yeltenirken kendimi kopuyor
kıyamet.
İlla ki varlığıma rest çekecekler ve
iyi ki varla yok arası bir ambiyans sözcüklerin donduğu; hayatın askıya
alındığı ve alıntı mahiyetinde söylemler reşit bir ergen gibi ya da çocuk kadın
çocuk gelin ve erkeklerle kadınlar arasında resmi geçit yapan çocuksa hüzünler
çocuk kalmanın da külfeti ve her nasılsa kendimi kendime yanlış tanıtanlardan
yana iken derdim.
İfa etmekle inkâr etmek arasında bir
seçim mi mecbur kılındığım?
Yetemediğimin bilincinde kendime
yaptığım inanılmaz bir baskı/basınç nihayetinde iç basıncın da devreye girmesi
ile kendimi kaybettiğim bir yirmi dört saat yine de zor değilmişçesine o son
yirmi dört yılı hesaplıyorum saat bazında ve her yıl bir saate denk düşüyor.
Yaşımın ne önemi var ki ya da yaş
addedilen bir zaman kaybı iken doğurgan bir fasıla da nasıl oluyor da yitip
gidiyorum?
Bir telefon trafiği ve iç sesin
bastırıldığı.
Bir hitabet.
Bir koruk sancı.
Bir rehavet çöreklenen aslında asil
bir sessizliğin nihayetinde en yüksek rakıma ulaşıp da çığlığını duyurduğu.
Ve yine Rabbin tecellisi ile yirmi
beşinci saatte az da olsa yola girmişken hayatın seyri.
Açlığın toklukla mukayesesi.
Ah, zavallı çocuk!
Yalın bir ihtiras bedenlerden sızan
ve irin misali evreni acıtan aslında her duyarlı insanın kendisini
sorgulamasına vesile.
Bir tebessüm dilerken şakıyan
rahmetin aslında şakırdadığı bir med cezir ve tüm kifayetsizliğin
sıradanlığında sıra dışı bir sunum güne hükmeden.
İç ses.
İç basınç.
Şarlatan bir rivayet ne de olsa
muadili ölüm ve kaçış.
Hizaya getiremediğim evrenin beni
kendimden ettiği ve elbette tek suçlu ben iken ve illa ki suçumu itiraf
edememenin ön sözünde nefrete odaklanan benlik sadece ve sadece kendinden
nefret eden ve kendinden mesul.
Bir gölge bile ağırlığını koymuşken.
Süt liman bir tefsire özlem duyup da
karmaşanın fitilini ateşlemişken ve dağ dağa küsüp de araya nice dağ girmişken
ne de olsa dağın haberi bile yok küskün arkadaşından.
İzafi midir tüm olup biten ya
bedenimde hâsıl olan o değişim ve sancı ve şimdi muhatap kıldığım kendimle
hesaplaştığım bir günün ertesi şaibeli bir izleyici olarak oturmuşken koltuğa
ve duygularım arasında zap yaparken bir minvalden dahi yoksun yörüngemi de asla
sabit kılamadığım.
Bir marifet belki de hüznün tavan
yaptığı ve de tek açıklama getiremezken her ne hikmetse her şey
yolundaymışçasına bir sürahi soğuk su içtiğim üstüne tüm olup bitenin.
Pervazında şeritlerin.
Şerit değiştirene göçmen kuşların ne
de olsa konacakları bir yükseklik yok sadece Kaf dağında ölümlü beyitler
ölümlülerin ağzında pelesenk olup da herkesten üstün olduğunu sanan nice
zavallı fani.
Hangi karede saklı peki gerçekler ve
olması gerekenler?
Hangi alt yazı anlamlandırabilir ki o
yirmi dört saatin kefaretini?
Şimdi eğilip bükülmeden yeni baştan
sarıyorum dünün tutkularına belki de türevi iken ölümün an geliyor ki ölümden
beter bazen anlam bulamayıp adını dahi unuturken insan.
Kayıp giden dün ve dünü ömre yayan
binlerce hurafe az sonra unutup gülümsemeyi deneyeceğim yeni baştan.
Adım yok madem.
Mademki bir titrim de yok…
O zaman yeniden tokalaşalım,
bayanlar, baylar.
İmza:
İsimsiz.