Demokrasi,
yönetim ve sivil toplum anlayışımız
“Yarım doktor candan, yarım hatip
imandan eder” misali nice değerlerimiz var ki,
yarımlığa,
hiçliğe ve noksanlığa terk edilmiştir. Bu anlamda zemin noksan ve kusurlu,
gözlem ve
sorular da yanlış olunca; doğru bir istikamet tayini mümkün değildir.
Bu yazımda sivil toplum kuruluşları, yasal
zemini, devletle ilişkileri, üyelerin konumu ve yapılanma sorunları üzerinde
duracağım. Yasal statü, yetki, sorumluluk ve ödevler o kadar karmaşık bir hal
almış ki, toprağı tahlil edip, besleyip, nadasa bırakmadan verim almak ne kadar
zor ise, bu tür toplumsal yapıları, algı ve zihniyeti tamir de o kadar zordur.
Sivil toplum kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve
gönüllü kuruluşlar diye anılan dernek, cemiyet, vakıf, birlik, federasyon,
konfederasyon, grup, hareket, platform ve inisiyatiflere
üçüncü Sektör denir. Birincisi Kamu sektörü, ikincisi ise özel sektördür.
Sivil toplum kuruluşları; yasal, şeffaf,
özgür, demokratik, katılımcı, çoğulcu olmalı,
seçme ve seçilme hakkı olan
tüm üyelerin hakları da eşit olmalıdır.
“Platform,
grup, inisiyatif, hareket” kimliği altında oluşan toplulukların yasal bir tüzük
zorunluluğu olmasa da, şeffaflık, denetlenebilirlik, güvenilirlik, eşit hak ve
sorumluluğun yerleşmesi açısından
birlikte
hazırlanılan bir işleyiş tüzüğü olmasında fayda vardır.
Bunun
yanında her yasal tüzüğü olan birlikteliği de sivil toplum örgütü olarak
nitelendirmek mümkün değildir.
Sivil toplum, kamunun alternatifi, rakibi,
düşmanı, yedeği ve paraleli değildir.
Kamu
sektörüne, toplumsal işleyişte yardımcı, destekçi, yol gösterici, denetleyici,
tamamlayıcı bir ruhla hareket etmelidirler.
Sivil toplum anlayışı, gelişmekte olan
toplumlarda istismara uğramış sosyal bir değerdir.
Meslek birlikleri,
odalar, baroları, yarı sivil toplum örgütü olarak kabul edebiliriz.
Çünkü
kanunla zorunlu olarak kurulmuştur, bu kuruluşlarla üye olmak zorunludur.
Üyelikten
ayrılanın mesleğini resmen icra etmesi mümkün değildir. Doyasıyla bu
kuruluşlarda üretilebilecek olan öneri, tavır ve fikrin tam hür, özgür,
demokratik ve sivil olduğu söylenemez.
Tarikat, cemaat, mezhepsel tabanlı dini birlikteliklerin, sivil toplum örgütü diye tanımlanması; tam bir akıl tutulması, anayasa ihlali, demokrasi ve sosyal bilimler zihniyetini alaya alma girişimidir.
Bu tür yapılanmaların, yasal örgütlenme bağlamında, toplumun tamamını ilgi lendiren bir karşılığı yoktur.
Laiklik ilkesine göre ayrımcılığa yol açacağından yasada ve anayasada karşılığı yoktur.
Her
inanca, her yurttaşa açık değildir, şeffaflık yoktur.
Kamuoyuna
yansımayacak şekilde, kalbi bağlarla örülmüş, spiritüel ve ritüel değerler üretiler.
Örneğin bir apartman yönetimi, sivil
toplum örgütü değildir. Çünkü yasal zorunluluk olarak oluşturulmuştur ve başka
bir apartmanda ikamet eden bu topluluğa katılamaz.
Sivil toplum anlayışımızda ve ortak yaşam
kültürümüzde, iletişim, algı, statü ve davranışsal sorunlarımız vardır.
Beklentiler farklılaşabilir ama hedefe kilitlenebilen üyeler bunları
sezdirmemeleri gerekmektedir. Bu tür sorunları aşamadığımızdan, 100
yıl, 200 yıllık geçmişi olan bir dernek ve vakıf tüzel kişiliğimiz
bulunmamaktadır.
Sivil toplum örgütlerinde üye ve yönetici
olarak görev yapanların yetki ve sorumlulukları ayrıdır.
Bir
dernek başkanı; örneklendirmek gerekirse, dernek tüzüğünde personel çalıştırma
yetkisi yoksa,
personel
istihdam edemez ve varsa da iş sözleşmesini görev süresini aşacak şekilde
düzenleyemez.
Sivil toplum kuruluşları, sosyal
inisiyatif ruhuyla hareket etse de, iç bünyesinde yönetimin ve üyelerinin,
inisiyatif, özel tercih, keyfi kanaat uygulamalarına meydan vermeyecek şekilde
yazılı ve uygulanabilir, iç disiplini sağlayacak bir alt yapısı olmalıdır.
Genel kurul üyeleri arasında olsun,
yönetim kurulu aralarında olsun madem ki herkes eşit hak, ödev ve sorumluluğa
sahiptir. Kimseye özel imtiyaz sağlayacak, ayrıcalık çağrıştıracak konum, unvan
ve makamlar verilememelidir. Bu durum, diğer üyelerin gölgede kalmasına, içe
kapanmalarına,
taklitçiliğe,
alkışcılığa, hazırcılığa yönelmelerine neden olur.
Bir insan
mezara girerken hangi unvan ve makam ile giriyorsa; toplantı ve istişare
ortamında herkes
aynı yasal
statü ile bulunmalı ve görüş beyan edebilmelidir.
“Sayın
vekilim, başkanım, bakanım, üstadım, ustam, reisim, baş tacım” ve benzeri
hitap ve sunumlar; insani bir sevgi, hürmet izharı olsa da, sevgi ve hürmet
dilenciliğini teşvik etmektedir.
Bu
hitap şekli, muhatabının özgür, verimli ve samimi düşünce üretimini kısıtladığı
gibi, diğer katılımcıların da, geri planda kalmasına neden olmaktadır.
Kurul haricinde ve bir kişinin kafasında
oluşan fikirlerin, genel kabul görmüş, onaylanmış, müzakere edilmiş ilkeler
gibi sunulması; bilimsel öngörü ve demokratik olgunluğa aykırıdır.
Bu
durumda, diğer üyeler, tasdikci noter ve koltuk değneği konumuna düşmektedirler.
“Konuşan
bir ülke istiyorum fakat ben konuşurken susan bir ülke istiyorum” yaklaşımı da
19. yüzyılda terk edilmiş, despotik ve şizefronik bir yaklaşımdır. Bunu ısrarla sürdürmek, gericilik nitelemesi
ile örtülemez.
Demokratik, etik, yasal ve insani olmayan
bir itiraz, tepki ve duyarsız kalma hali; topluluk üyelerini rencide eder,
fikir ve öneri üretimini kısırlaştırır.
Üye
yapısı homojen olmamakla birlikte, iç işleyiş disiplini ve amaca kilitlenme
eylemi benzeşmek zorundadır.
Bu anlatımlar, benim şahsi öneri ve
kanaatlerimdir. Zorlama, dayatma ve ısrar içermez.
Daha
iyiye kavuşmanın gönüllü çabası gibi düşünülebilir. Yılların gözlem, özlem, yaşam ve
bilimsel deneyimlerinin bir kısmını yansıtmaya çalıştım.
Karşı görüş, itiraz, öneri ya da ekleme
beyanı varsa; gerekçelendirme ve temellendirme, aynı mantıkla olabilecekse dikkate değerdir.
Bir adada iki kişi yaşıyorsa, orada bile
ortak kararlar ve uygulamalar geliştirilmesi gerekir.
Hele
ki, yaşadığımız ortak alan bir vatan ise çok daha ileri düzeyde yasa/kurul/kural
ve sistemlerin
devrede
olması kaçınılmazdır.
22.11.2019
Ali Rıza
Malkoç
#armozdeyis